BAKAD/ Atalay Göçer ile Söyleşi: Kesişimsellik ve Kapsayıcılık Üzerinden Kalıcı Bir Toplumsal Barış
Röportaj / Zozan Goyi

amednewroz151 Röportaj/ Zozan Goyî

LGBTİ+’ların ve özelde de Kürt LGBTİ+’ların barış süreçlerine katılımının önemini çalışmalarını merkezine alan bir sivil toplum kuruluşu olarak BAKAD’la söyleşi yaptık. Sorularımızı BAKAD adına BAKAD genel koordinatörü Atalay göçer cevapladı.

Zozan Goyî: Kendinizden, BAKAD’dan ve BAKAD’ın özelde Kürt ve genelde Türkiyedeki LGBTİQ+ bireylere yönelik faaliyetlerinden kısaca bahseder misiniz?

Atalay Göçer: Barış İçin Kültürel Araştırmalar Derneği (BAKAD) genel koordinatörüyüm. BAKAD katılımcı, kapsayıcı ve kalıcı bir toplumsal barışın tesisi yolunda, bir arada, şiddetsiz bir yaşamın olanaklarını sağlamak için kırılgan grupları önceleyerek; kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda araştırmalar yapmak, sanatsal faaliyetler yürütmek ve savunuculuk yapmak amacıyla 1 Eylül 2021’de Diyarbakır’da kuruldu.

Saha çalışmasını Keskesor Amed LGBTİ+ oluşumu olarak 2019 yılında yürüttüğümüz ve 2021 yılında BAKAD’ın kurulmasıyla birlikte yazım ve yayınlanma aşamasını BAKAD olarak tamamladığımız Yakın Geçmişten Olası Geleceğe Barışı Yeşertmek/2013-2018 Yılları Arasında Diyarbakır’da Yaşayan LGBTİ+’lar başlıklı araştırma 2013-2015 yılları arasındaki barış dönemi ile çatışmaların başladığı 24 Temmuz 2015 ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi sağlayan 24 Haziran 2018 Genel Seçimi arasındaki savaş döneminde Diyarbakır’da yaşayan LGBTİ+’ların maruz bırakıldıkları ayrımcılık ve bunlarla baş etme yöntemlerini karşılaştırmalı olarak inceleyerek barış ve savaş kavramlarını tartışmaya açıyor. Bulgular ışığında LGBTİ+ kapsayıcı bir barış tesisinin önemine vurgu yapıyor.

Bu araştırmanın savunuculuğunu iki şekilde ele alıyoruz. Barış çalışmaları yürüten kesimlere yönelik kesişimsellik ve kapsayıcılık üzerinden kalıcı bir toplumsal barış için LGBTİ+’ların ve özelde de Kürt LGBTİ+’ların barış süreçlerine katılımının önemini vurguluyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve çeşitliliği alanında çalışma yürüten kesimlere ise LGBTİ+ mücadelesinin barış mücadelesinden ayrılmazlığını tartışmaya açıyoruz.

6 Şubat 2023’te Maraş merkezli ve 20 Şubat 2023’te Hatay merkezli depremler sonrasında LGBTİ+ örgüt ve aktivistlerin oluşturduğu ağlara dahil olarak depremden hayatta kalan LGBTİ+’lara yönelik insani yardımı da kapsayan çalışmalarımız halen devam ediyor. LGBTİ+ kapsayıcı bir afet yönetimi için politika üretmek amacıyla bir dizi izleme çalışması yürütüyoruz. Bunlardan ilki Keskesor Amed LGBTİ+ Oluşumu ile birlikte hazırladığımız Deprem Sonrası Geçici Barınma Mekânları/Diyarbakır’da Depremden Hayatta Kalan LGBTİ+’lar başlığıyla Mart ayında yayınlandı. İkincisi ise deprem bölgelerinde LGBTİ+’larla dayanışma gösteren bağımsız aktivist ve sivil toplum örgütlerinin yürüttükleri destek çalışmalarına odaklanan Deprem sonrası LGBTİ+'larla Dayanışma başlıklı rapordu. Son olarak depremlerin ardından, 6 ayın sonunda, LGBTİ+’ların aldıkları destekleri, devam etmekte olan ihtiyaçlarını ve deprem sonrası maruz bırakıldıkları ayrımcılıkları ve bunlarla baş etme yöntemlerini incelediğimiz “Deprem sonrası LGBTİ+’ların durumu” adlı araştırma ise ekim ayında yayınlandı.

14 Mayıs 2023 Genel Seçimi öncesinde Kürt illerinde yaşayan LGBTİ+’lar ile Türkiye ve yurtdışında yaşayan Kürt LGBTİ+’ların eğilimlerini ölçmek amacıyla bir araştırma yürüttük. Bu araştırmanın devamı niteliğinde LGBTİ+’ların siyasete katılımı ile ilgili bir dizi toplantı düzenleyeceğiz.

Bir de belli başlı konuları gündemleştirmeye çalıştığımız Pasajlar adlı podcast serimiz bulunuyor. Vegan aktivizmin diğer mücadele alanlarıyla paralelliği, İslami feminizmler ve yükselen sağ politikalar bağlamında LGBTİ+ mücadelesini konuştuğumuz üç yayınımız bulunuyor. Eylül ayı itibariyle yeni söyleşiler planlıyoruz.

 LGBTİQ+ üçüncü dalga feminizm, postkolonyal feminizm teori/hareketlerle etkileşimi ve ortak yönlerine dair neler söylemek istersiniz?

İlk LGBTİ+ aktivistleri (o dönem bu kısaltmayı kullanmasalar da) Sivil Haklar Hareketinin stratejilerinin çoğunu benimseyip Siyah Sivil Haklar aktivistleri tarafından atılan temellerin çoğuna güveniyorlardı. Bu etkileşim hareketler arasında hareket eden veya birden çok hareketle meşgul olan insanlar aracılığıyla oluyordu. Frank Kameny, Washington D.C.'de ilk homofil gruplardan biri olan ("homofil" o zamanlar tercih edilen sıfattı) Mattachine Society'nin kurucu ortaklarından biriydi ve stratejilerini doğrudan Siyah Sivil Haklar Hareketinden aldı. Gurur ve eşcinsel hakları ve özellikle Stonewall öncesi homofil hareketi olarak bilinen her bir unsur, Siyah Özgürlük Hareketi'nden ödünç alınıyordu. Frank Kameny'yi tarihsel bir figür olarak karmaşık yapan birincil rolü, öncelikle Siyah Özgürlük Hareketi'nin farklı unsurlarını kopyalayan ve bunu daha önce militan olmayan, protestocu olmayan bir harekete uygulayan bir fotokopi makinesi olarak hizmet etmesiydi. Kesişimsel bir mücadele yürüterek Stonewall isyanı sonrasında bir süre radikalliğini koruyan hareket 80’lere doğru hapsolduğu dar kimlik siyasetini ACT UP! – The AIDS Coalition to Unleash Power (kısaltması “Harekete Geç!” anlamına gelirken açılımı “AİDS’e Karşı Güç Birliği” olan doğrudan eylem grubu) gibi örgütlenmeler aracılığıyla devletlerin görmezden geldiği HIV’i görünür kılarak ve tedavi geliştirilmesi yönünde ilaç şirketlerine karşı mücadeleler yürüterek 90’lardaki Queer harekete evriltti. Judith Butler, Divine karakterinin kültleşmesini sağlayan ve bir John Waters filmi olan Female Trouble’ın adından feyz alarak kaleme aldığı Cinsiyet Belası adlı kitabıyla Queer teorinin kurucuları arasında yer aldı. İçindeki geylerin hakim olduğu gey ve lezbiyen hareketi bu süreçte LGBT hareketine dönüştü ve harekete katkıları görünür olmayan transların da yürüttükleri mücadelelerle söz ve söylem üretmelerinin önü açıldı. Eşcinsel ve heteroseksüel ikiliği biseksüeller aracılığıyla yapıbozuma uğratıldı. Elbette eş zamanlı beyaz ve gey bir hareket de varlığını sürdürmeye devam etti. Bu açıdan Judith Butler’ın 2010 yılında kendisine Christopher Street Day (Stonewall isyanına referansla Almanya’da yapılan yıllık kutlamalar) ekibi tarafından verilmek istenen sivil cesaret ödülünü organizasyonun ırkçılığa, İslamofobiye ve emperyalizme destek verdiği gerekçesiyle reddetmesi bu açıdan oldukça önemlidir.

Butler’dan yıllar önce, 80’lerde siyah feminist şair Audrey Lorde homofobi kavramının bugün hâlâ geçerliliğini koruyan tanımını yaptı. Siyah Özgürlük Hareketi’nin önemli isimlerinden Angela Davis, önceleri kimlik siyasetine karşı iken daha sonra ırkçılık ve cinsiyetçilik kesişimselliğine dikkat çekti. Eşcinsel hareketle etkileşerek lezbiyen kimliğini açıklamasının ardından özellikle 80’li yıllarda hareket için önemli bir pozisyonda yer aldı. Fransa’da FHAR (Eşcinsel Devrimci Eylem Cephesi) üyesi ve aynı zamanda akademisyen olan Guy Hocquenghem ile Amerika’da siyah hareketinin önemli bir yüzü olan eşcinsel yazar James Baldwin’i de ırkçılığa karşı mücadele veren isimler arasında saymak gerekir. Hareketin 70’lerdeki radikalliği 68 Devrimi sürecinde ve sonrasında oluşan pek çok mücadele alanıyla paralel düşünülmelidir. Örneğin Stonewall isyanı sonrasında kurulan “Gay Liberation Front” örgütünün adı Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nden esinlenmiştir. İlk olarak gerçekleştirilen en kalabalık gey (Stonewall isyanı sonrası “gay” hem kadın hem de erkek eşcinselleri kapsayan bir kavram olarak kullanılmaya başlandı.) gösteri yürüyüşü LGBTİ+ hakları için değil Vietnam Savaşı’na karşı gerçekleştirilmiştir. Hareket 80’lerdeki radikalliğini ve başarısını ise HIV/AİDS mücadelesi sürecinde kurulan ittifaklara borçludur. Kiminin ismi gizli tutulan, profesyonel ve elit kurucuları olan GMHC’nin (Eşcinsel Erkeklerin Sağlık Krizi) sağlık sistemini açıkça eleştirmek yerine belediyenin sağlık sisteminin bir parçası olmak istemesi üzerine ACT UP! tamamen politik eyleme bağlı bir örgüt olarak kuruldu. Kadın komitesi üzerinden pek çok kadın sağlığı örgütüyle temasa geçerek kürtaj karşıtı söylemlere karşı ve prezervatif kullanımı hakkında toplumu bilgilendirici eylemler düzenledi. Siyahlara erişebilmek için belli semtlerdeki kiliselerle ve rahiplerle bir araya geldi. Kuruculardan Larry Kramer video ile katıldığı Altıncı Uluslararası AİDS Konferansı’nda üzerinde Malcolm X’in resmi ve hemen üzerinde “Harekete Geç! AİDS İçin Güç Birliği” yazan bir tişört giyiyordu. ACT UP! sayesinde erişilen pek çok kesimle birlikte AİDS’in bir eşcinsel hastalığı olduğu inancı artık yıkılmış oldu.

Son dönemlerde Trans Dışlayıcı Radikal Feministlerin (TERF) tahakkümüne karşı Sarah Ahmed gibi yazarların transfeminist mücadelenin güçlenmesinde önemli katkıları olduğunu söylememiz gerekiyor. Sömürgecilik sonrası dönemde direniş ancak çeşitli kimliklerin ve deneyimlerin kesiştiği, çeşitli etnisite/inanç topluluklarını içeren bir kuir hareketle iş birliği yaparak gerçekleşebilir. Bu ittifak, Batı dünyasında marjinalleştirilen, aşağılanmış ve dışlanmış bedenlerin, kuir hareket ile bir araya gelerek, sömürge sonrası direnişin güçlenmesine ve başarılı olmasına yol açabilir. Kesişimsel yaklaşımı dikkate almayan herhangi bir hareketin gerçek özgürlüğü elde edebildiğine dair tarihsel bir örnek yok. Kesişimsel yaklaşım, farklı kimliklerin ve deneyimlerin birbirleriyle kesiştiği ve etkileştiği bir perspektiften hareket eder. Cinsiyet, ırk, sınıf, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği ve diğer sosyal kimliklerin, bireylerin deneyimleri ve toplumsal konumları üzerinde etkileşime girdiğini savunur. Dolayısıyla hareketlerin sadece tek boyutlu bir yaklaşımla değil, kesişimsel ve kapsayıcı bir perspektifle hareket etmeleri gerekiyor. Örneğin, sadece cinsel yönelimle ilgili ya da sadece ırkçılığa/sömürgeciliğe karşı bir mücadele yürütmek, sınıf ve diğer kimliklerin etkisini göz ardı etmek anlamına gelir ve gerçek özgürlüğe ulaşmayı engeller.

Ortodoks/beyaz feminizminde tüm dünya kadınlarının homojen ve tutarlı bir grup olarak ele alınmasına yönelik eleştirilerden hareketle LGBTİQ+ bireylerin de benzeri bir homojenliğe başka bir ifadeyle kolektif bir anonimliğe hapsedildiğini düşünüyor musunuz? LGBTİQ+ aktivizmi LGBTİQ+ bireyler arasındaki sınıfsal, etnik, kültürel, sosyo-ekonomik vs. farklılıkları ne ölçüde gündemine almaktadır? Daha doğru bir ifadeyle, bu farklılıklar LGBTİQ+ bireyler arasında deneyimlenen baskı ve şiddetin ölçüsü ve çeşidi bakımından da farklılıklar olduğu anlamına geliyor mu?

LGBTİ+ aktivizmi dönem dönem ve coğrafi farklılıklara göre çeşitlilik gösteriyor. Örneğin, sömürgecilik karşıtı ya da öznelerini göçmenlerin oluşturduğu ırkçılık karşıtı LGBTİ+ aktivizmi ile LGBTİ+ mücadelesini sınıf mücadelesinden bağımsız düşünmeyen anti-sistemik örgütlenmeler “pinkwashing” kavramını çağırıyor. LGBTİ+ haklarını yasal düzenlemelerle ve ayrımcılık yasağı ilkesiyle tanıyan, eşcinsel evliliklerin yanı sıra eşcinsel beraberliklere de yasal statü getiren, LGBTİ+ etkinliklerine ve LGBTİ+ özgürlüğüne çeşitli şekillerde alan açan ve bunu görünür kılan bazı devletlerin sömürgeci ve ırkçı politikalarını veya LGBTİ+’ları tüketici profili olarak gören şirketlerin kapitalist manipülasyonlarını teşhir etmek amacıyla kullanılan bu kavram göz boyama anlamına geliyor. Devletlerin ve şirketlerin, yüzeysel LGBTİ+ politikalarını, pek çok farklı sömürü mekanizmalarını hayata geçirmek için bir perde olarak kullanmasını eleştiriyor. Bununla birlikte LGBTİ+ aktivizmini daraltarak indirgemeci ve evrenselci bir anlayışla homojenleştiren ve hatta sağ politikalarla uyum sağlayacak şekilde sistemle barışık örgütlenmelerin olduğunu da söylemek gerekiyor. Ne yazık ki bu tarz yapılar daha yaygın ve belli çevrelerce de destek bulmak konusunda daha avantajlı. Dolayısıyla imtiyazlı LGBTİ+ aktivizminin politik olarak LGBTİ+’ların maruz bırakıldıkları baskı ve şiddetin ölçüsü ve çeşidi bakımından farklılıkları görmemeyi tercih ettiğini; daha da kötüsü, farkındalığı ve duyarlılığı varmış gibi görünerek “öğreten adam” pozisyonunu üstlendiğini ve hareketin gündemini belirlemeye çalıştığını pekâlâ söyleyebiliriz. Oysa bu imtiyazların geçici olduğunu ve fırsatçı homofobi/transfobinin herhangi bir açık bulmak için kendine kolayca suni gerekçeler yaratabileceğini de görebilmek gerekiyor. Bunun en bariz örneklerini 80’lerde neoliberalizmin muhafazakâr politikalarla işbirliği halinde AİDS üzerinden hedefine LGBTİ+’ları almasında ve şimdilerde ise aileyi koruma kılıfıyla yükselen yeni sağ politikalarda görüyoruz.

Homojenleştirme meselesi cinsiyet açısından ise indirgemeci bir tutum ve yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor. LGBTİQ+ bireylerin daha ziyade cinsiyet meseleleriyle ele alınmalarının onların parçası oldukları/içinde bulundukları daha geniş yapıda, müspet veya menfi, pasif değil aktif bir rol oynadığı gerçeğini görünmez kıldığını düşünüyor musunuz?

Monique Wittig'e göre cinsiyet kategorisi, toplumu heteroseksüel olarak kuran siyasal bir kategoridir ve bunu doğalmış gibi gösterir. Buradan hareketle indirgemecilik cinsiyet üzerinden yapıldığında ikili cinsiyet rejiminin kalıplarına; cis-heteronormativiteye sıkıştırılmış oluyoruz ve haliyle LGBTİ+’ların ayrıksı bir pozisyona itilmesi de kaçınılmaz oluyor.

Kendini cinsiyetli ve cinsel olarak tanımlamama hali, tam da bu nedenle toplumsal cinsiyet eşitliği ve çeşitliliği alanında politika üreten LGBTİ+ aktivizmini ya da LGBTİ+’ları “fazla cinsel” olarak algılama gafletine düşüyor. Oysa kendini bu kategorilerden herhangi biriyle tanımlamamak doğal değil bir imtiyazın tezahürü olmasıyla toplumsaldır. Cis-heteronormatif bir erkek eğer heteroseksüelse bunu söyleme ihtiyacı duymaz, zira zaten olması gereken budur ve bu doğal olandır. Bu da toplumsal olarak erilliği nasıl yeniden ürettiğini bilmeme hakkını kendisine teslim eder. İndirgemeci bir yerden cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği üzerinden tanımlanmaları, LGBTİ+’ların kimliksel bütünlüğünü görmezden gelir. Bu, kişilerin çok boyutlu kimliklerini ve yaşadıkları deneyimleri tam olarak anlamamızı, yeri geldiğinde takdir etmemizi ve hatta belki de kınamamızı engelleyebilir.

LGBTİ+’lar, toplum içinde aktif rol oynayan bireylerdir ve heterojen bir grup oluştururlar. LGBTİ+’ların sadece cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleriyle sınırlı bir şekilde ele alınması, bireylerin toplum içindeki diğer rollerini ve katkılarını göz ardı edebilir. Mesele, böylesi kimlik kaygılarının bir kenara bırakılıp toplumsal hayatın içinde onurlu bireyler olarak yaşamaktır. Örneğin; ABD ile serbest ticaret anlaşmasından faydalanan transnasyonal şirketlerin tarlalarında yemek ve yatacak yer karşılığında çalışan trans işçiler. Kolombiya’daki çatışma süreci neticesinde kahve toplayıcılarının göç etmesiyle onların yerini alan trans kahve toplayıcıları güvensiz koşullarda çalışırlarken aynı zamanda cinsiyet kimlikleri nedeniyle ayrımcılığa maruz bırakılıyorlar. Oysa bu trans işçilerin ne beyaz egzotizminin “doğal çeşitlilik” indirgemeciliğine ne de içinde yaşadıkları toplum tarafından yer yer tehdit yer yer birer arzu nesnesi olarak cinselleştirilmeye ihtiyaçları var. 

Tüm bunlar beraberinde kamusal alan ve özel alan tartışmalarını da akla getiriyor. Kamusal alan cinsiyetsiz ya da cinsellikten arındırılmış, özel alan ise cinsel ya da cinsiyetli olarak kodlanıyor. Erkekler kendilerini cinsiyetli ya da cinsel olarak tanımlamadıkları için kamusal alanda, söz ve politika üreten bir konumda görüyor. Toplumsal cinsiyet konuları gibi LGBTİ+’lara dair meseleler de kamusal alanın dışına itiliyor. Kadınların ya da LGBTİ+’ların kamusal alanda söz ve politika üretmeleri ise ancak kendilerine yakıştırılan konularda mümkün olabiliyor. Bu tokenizmdir; kadınlar ve LGBTİ+’lar kapsanıyormuş gibi yapmaktır. Örneğin barış ya da insan hakları gibi kamusal bir mesele kadın+’ların ve LGBTİ+’ların söz ve politika ürettikleri bir alan olamıyor; teknik, entelektüel ve ideolojik bilginin üretimi veya aktarımı cis-heteronormatif kadınlara ve özellikle erkeklere bırakılıyor. Dolayısıyla sivil toplum içinde varlık gösteremeyen kadın+ ve LGBTİ+’ların BAKAD gibi örgütlenme alanlarına ihtiyaç duymasını buna örnek gösterebiliriz.

Bir taraftan Kürdistan’daki toplumsal cinsiyet normları diğer taraftan egemen ulusun hem Kürdistan’a yönelik yasal, epistemik ve fiziksel şiddeti hem de kültüre ve sosyal hayata içkin toplumsal cinsiyet ayrımcılığından kaynaklı benzeri şiddet gibi katmerli bir baskı ve şiddetle karşı karşıyasınız. Bu gerçeklik çok titiz ve hassas bir teori ve ideolojinin güdümünde bir mücadele gerektiriyor olsa gerek. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Tam da bu nedenle kalıcı, kapsayıcı ve katılımcı bir barış tahayyülüyle hareket ettiğimizi söyleyebilirim. BAKAD demokrasinin derinleşmesini ve dönüştürücü adalet aracılığıyla toplumsal barışın sağlanmasını amaçlamaktadır. Derneğimiz Diyarbakır özelinde ırk, din, yaş, cinsiyet, cinsel yönelim/cinsiyet kimliği ve ekonomi temelli toplumsal eşitsizliklerin yapısal ve kültürel arka planını anlamaya yönelik bilimsel ve sanatsal üretimlerle Türkiye’de barış kültürünü yaymayı hedeflemektedir.

BAKAD, bu amaç ve hedefler doğrultusunda;

  • Kırılgan grupların şiddet, baskı, sosyal dışlanma ve ayrımcılık durumları ile ilgili raporlar yayınlar ve savunuculuk faaliyetleri yürütür.
  • Kültürel ve sanatsal faaliyetlerle bir arada yaşamın imkânlarını oluşturmaya çalışır.

Etnik/ulusal, sınıfsal vs. kimlikle cinsiyet kimliğinin kesişiminde aynı zamanda bir çatışma da söz konusu. Yani kesişen bu kimlikler aynı zamanda çatışan kimlikler. Örneğin hem Kürt kimliğini hem de cinsiyet kimliğini savunan LGBTİQ+ bir birey Kürt kültüründeki toplumsal cinsiyet ayrımına rağmen bu kesişimselliği önemsemekte. Hem çatışan hem kesişen kimliklerle ortak veya dayanışan bir mücadele nasıl mümkün olmaktadır, bunun zorlukları nelerdir?

Norm hakikat değildir. Norm hiyerarşik temsillerden oluşur ve çatışma üretir. Diğer yandan, hakikat nesnel ve çokludur. Hiyerarşik olmayan katmanlardan oluşur. Hakikat üretimi ortaklık kurularak gerçekleşir. Eğer norm, insanların inanç ve davranışlarını kültürel ve sosyal yapı olarak belirlemeye çalışıyorsa, hakikat bunun tam tersi bir yerden insanların ortak yaşamını kurmaya çalışır. Bu açıdan yaklaşıldığında normatif kimlikler çatışma üretir ama aslolan hakikatleri açığa çıkarmaktır. Örnek vermek gerekirse; “Kürt toplumunun yemek kültürü etli yemeklere dayanır.” dendiğinde bir norma atıfta bulunmuş oluruz. Oysa vejetaryen ve vegan Kürtler olduğu gibi Kürt toplumunun yemek kültürü içinde etsiz ya da herhangi bir hayvansal ürün içermeyen yiyecekler de vardır. Bu hakikati “istisna” ya da “azınlık” olarak görmek normu çağırır ve hiyerarşi üretir. Normlara dayanan bu tarz formüller, öncelikle toplumsallık adına insanın kendi olmaktan vazgeçmesini şart koşar. Hatta zaman zaman bu tarz yaklaşımlar Melih Gökçek’in “Türkiye'de gey yoktur, inşallah da olmayacaktır.” sözü kadar absürt olabilir. Bununla baş edebilmenin yolunun gülmek olduğunu düşünüyorum, ama satirik ve kibirli bir gülüş değil bu, daha çok “Beni şaşırtıyorsun.” gülüşü, tıpkı Foucault’ya geylerin lezbiyenlerden daha çok cinselliğe düşkün olmaları hakkında ne düşündüğü sorulduğunda ya da AİDS’in bir eşcinsel kanseri olduğunun söylenmesi üzerine kahkahayla karşılık vermesi gibi. Burada zor olan gülme ediminin başka bir normu çağırma riskini giderebilmektir.

Kürdistan’da siyasi ve kültürel/sosyal açıdan LGBTİQ+ bireylere yönelik genel tutuma dair neler söylemek istersiniz? Kürdistan’ın bu açılardan Türkiye genelinden bir farkı var mıdır sizce? Varsa bu farklılığın sosyo-kültürel ve tarihsel bir arka planından söz edilebilir mi?

En başta değindiğim araştırmalarımıza bakacak olursak Diyarbakır özelinde LGBTİ+’ların adalete ve sağlığa erişim, siyasete katılım, eğitim ve çalışma hayatı ile aile ortamında pek çok ayrımcı tutumla karşılaştıklarını görüyoruz. Örneğin cinsel yönelim/cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığa maruz bırakıldığını ifade eden 69 görüşmeci içinden 54’ü etnisite, 50’si siyasi görüş ve 35’i de anadili temelli ayrımcılığa maruz bırakıldığını ifade ediyor. Bununla beraber, cinsel yönelim/cinsiyet kimliği, etnisite ve siyasi görüş temelli ayrımcılığa maruz bırakıldığını ifade eden 45 görüşmeci bulunuyor. Cinsel yönelim/cinsiyet kimliği, etnisite ve siyasi görüş söz konusu olduğunda birden fazla temelde ayrımcılığa maruz bırakılmak ayrımcılık temellerini ayrı ayrı ele almayı değil her ayrımcılık temelinin aynı zamanda diğer ayrımcılık temelleriyle de etkileşiminden doğan çarpan etkisiyle birlikte değerlendirilmesini gerektiriyor. Bundan dolayı Diyarbakır’da yaşayan LGBTİ+’ların maruz bırakıldıkları ayrımcılıklar ile bu ayrımcılıklarla baş etme yöntemleri söz konusu olduğunda bu çok kimliklilik halinin; kesişimsellik penceresinin önemini vurgulamak gerekiyor. Bu ayrımcılık vakalarının barış ve savaş dönemlerine göre incelenmesi durumunda savaş döneminde katlanarak arttığı görülüyor. Hatta savaş döneminde ayrımcı tutumların çeşitlendiğini de söylememiz gerekiyor. Örneğin adalete erişimde özel hayatın gizliliğine müdahale ve etkili soruşturma yürütülmemesi, sağlığa erişimde tıbbi bakımın yetersizliği ve özensizlik ile kişisel verilerin korunmaması, siyasete katılımda oy kullanmanın engellenmesi ve çalışma hayatında cinsel taciz sadece savaş döneminde karşımıza çıkıyor. Bununla beraber hem barış hem de savaş döneminde süregelen ayrımcı tutumlar söz konusu olduğunda siyasete katılımda toplantı ve gösteri yürüyüşünün engellenmesi; STÖ, sendika, meslek odası ya da siyasi partilerin eşitsiz tutumu ile şiddetsiz ve barışçıl hak arayışlarında kolluğun zor kullanımı, eğitim hayatında akran çatışması/baskısı, özel hayatın gizliliğine müdahale, eğitmenlerin ayrımcı tutumu ile öğrencinin fiziksel ve psikolojik bütünlüğüne zarar verilmesi, çalışma hayatında mobbing, işverenin eşitsiz tutumu ile özel hayatın gizliliğine müdahale ve aile ortamında ev içi şiddet, özbelirlenim hakkına müdahale, evlendirme baskısı, ev içi cinsel saldırı ve istismar ile özel hayatın gizliliğine müdahale, LGBTİ+’lara yönelik yapısal, kültürel ve sosyal eşitsizliklerin yansıması olarak ortaya çıkıyor.

Afet sığınaklarının, toplanma alanlarının ve çadır kentlerin genel olarak toplumsal yaşamın küçük birer evreni olduğunu 6 Şubat Kahramanmaraş depremleri sonrasında Diyarbakır’da yaptığımız saha araştırmasında da net bir şekilde gördük. Araştırma bulgularıyla örtüşür şekilde LGBTİ+’lara yönelik genel tutumun dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sağın yükselişiyle paralellik gösterdiğini söyleyebiliriz. Irkçı, cinsiyetçi ve LGBTİ+ düşmanlığı siyasi birer argüman olarak savunuluyor. Pek çok ülkede seçim propagandası olarak topluma yönelik aile kurumunun korunması üzerinden LGBTİ+ karşıtı nefret söylemleri üretiliyor. Seçim sürecinde Türkiye’de de benzer politikalar yürütüldü. İktidara geldiklerinde ittifaklardan biri Suriyelilerin geri gönderilmesi, diğeri de LGBTİ+ derneklerinin kapatılması sözünü verdi. Son yıllarda artan bu nefret söylemleri ne yazık ki toplumda da karşılığını buluyor. 2023 Diyarbakır Newrozunda örgütlü bir grup miting alanında bize bıçaklı saldırıda bulundu. Öncesinde İstanbul Newroz mitingine katılan aynı gruptan birinin Nazi selamı verirken çekilmiş fotoğrafı sosyal medyada paylaşılmıştı. Grubun Diyarbakır Newrozundan bir gün önce de sosyal medyada Newroza katılacak “Türk Solu” ve LGBTİ+’lar hakkında tehdit dolu paylaşımları oldu. Ne yazık ki saldırılar engellenemedi. Bununla ilgili olarak İHD Amed ev sahipliğinde Keskesor Amed LGBTİ+ Oluşumu, Diyarbakır Barosu LGBTİ+ Komisyonu ve BAKAD olarak bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Maalesef aldığımız tek siyasi destek sosyal medyada paylaşılan bir kınama mesajı oldu. Bu, elbette yükselen sağ siyasete karşı refleks geliştirebilme noktasında siyasi bir boşluğun olduğuna işaret ediyor. Son yıllarda sekülerleşmenin ölçütlerinden biri mevcut siyasi iklim nedeniyle LGBTİ+ mücadelesinin güçlendirilmesidir. Bunun görmezden gelinmesi ve demokratikleşme alanında politika üretilmemesi toplumsal adaletin tesisinde önemli bir eksiklik doğuruyor.

Kürt LGBTİQ+ bireylerle hâkim ulustan LGBTİQ+ bireyler arasında kişisel ve örgütsel gerçek bir dayanışma mümkün müdür sizce? Kürt LGBTİQ+ bireylerin diğer LGBTİQ+ bireylerce etnik açıdan ötekileştirilmesine dair deneyimler Türkiye’de hangi yapısal/sistemsel soruna işaret etmektedir? Irkçılık ve homofobinin ortak zeminine dair neler söylemek istersiniz? Sizi Kürt LGBTİQ+ bireyleri temsil eden ayrı bir örgütlenmeye götüren sebepler nelerdir?

Burada dayanışma kavramını açmakta fayda var. Ezen-ezilen ikiliğini yeniden üreten bir dayanışmadan mı, yoksa sistem karşıtı suç ortaklığı kuran bir dayanışmadan mı bahsediyoruz? İlk durumda yardım eden ve yardım edilen ayrımı üzerinden yardım alanın yardım verenle eşit bir şekilde ilişkilenmesi her zaman mümkün olamıyor. Bu yardımların farklı açılardan da olsa karşılıklı olabilmesi önemli. Dayanışmanın bir suç ortaklığı olarak okunması ise sistem karşısında mücadele verirken kriminalize edilen topluluklara ve eylemliliklere sahip çıkmayla yakından ilişkili. Böylesi bir dayanışma sistem karşıtı bir alanda ortaklaşmayı önceliyor. Soruda yer alan “gerçek dayanışma” ifadesini bir suç ortaklığı olarak okursak; özellikle 6 Şubat depremleri sonrası LGBTİ+ bağımsız aktivistlerin ve örgütlerin ördüğü dayanışma ağlarının, Kürt ve Türkiye LGBTİ+ hareketleri arası ilişkilenmelere dair umut verici gelişmelerin olacağına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Ayrıca her yıl Haziran ayı sonunda kutlanan İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın organizasyon ekibinin Kürt LGBTİ+ ve mülteci kapsayıcılığı konusunda somut ve olumlu adımlar atması da özeleştiri kültürünün sahiplenildiğini ve yaygınlaştığını gösteriyor.

Diğer yandan, Kürt LGBTİ+’ların hareket içerisinde verdikleri varoluş mücadelesinin halen bir dirençle karşılaştığı göz önünde bulundurulduğunda Türkiye LGBTİ+ hareketinin tam olarak dayanışmacı olmadığını söylemek mümkün. Bunu somut olarak 2015’te yeniden başlayan çatışmalarla birlikte Keskesor Amed LGBTİ+ Oluşumunun hareket alanı bulamamasından ve hatta Hebun LGBTİ Derneği’nin 2016’da yayınladığı Güvenlik Raporu sonrası kendini feshetmesinden anlıyoruz. Sadece Diyarbakır’da da değil, çevre illerdeki örgütlenmelerin sönümlenmesinin de hem Gezi ruhunun LGBTİ+ örgütlerince sürdürülebilir kılın(a)mamasının hem de Kürt LGBTİ+’ların talepleri arasında yer alan barış temasının hareket tarafından yeterli ölçüde sahiplenilmemesinin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Elbette devletin hem Kürt meselesinin demokratik çözümüne hem de LGBTİ+ varoluş mücadelesine karşı kriminalize edici politikaları benimsemesi ve siyasi partilerin tüm bunlara karşı toplumsal bir muhalefet örme noktasındaki isteksizliği veya yoksunluğu burada başat role sahip. Mevcut politik süreç de maalesef LGBTİ+ örgütlerinin suç ortaklığına değil, sadece kendi kurumsal varlıklarını sürdürmeye yönelik çalışma alanlarını daraltmalarına veya düşük bir profil izlemelerine neden oluyor. Bu açıdan alternatif mücadele alanları geliştirilmesi hem Kürt hem de Türkiye LGBTİ+’ları için hayati bir önem taşıyor.

Ayrı bir örgütlenme ihtiyacı toplumsal dinamikleri ve kırılgan grupların Kürt toplumu içindeki pozisyonunu göz önünde bulundurmakla da ilişkili. Dolayısıyla Türkiye LGBTİ+ hareketinin, anaakım mücadelesinde çeşitli baskı ve şiddet mekanizmalarına karşı yeterince dayanışma göster(e)memesinin yanında -hatta ondan daha öncelikli olarak- Kürt toplumuna dair kültürel normların ayrımcılık üreten yapılar aracılığıyla temsil edilmesi, radikal bir sarsıntıya olan ihtiyacı ortaya koyuyor. Aslolan, sarsıntının yüzleşmeye ve toplumsal adalete vesile olacak bir zemin yaratmasıdır. Bu açıdan Kürt LGBTİ+’lar nezdinde bir temsil alanına sahip olmaktan belki de daha öncelikli olan, sömürgecilik karşıtı mücadelenin homofobi ve transfobi üreten mekanizmalarının ve Türkiye LGBTİ+ hareketinin ilkel ırkçılık düzeyinde olmasa da imtiyazlı pozisyonlarının dönüştürülmesidir.

Cinsel yöneliminden ötürü baskı ve şiddete maruz kalan, memleketini, ait olduğu toplumu, ailesini terk etmek zorunda bırakılan ve dışlanan ve genellikle Türkiye’nin büyük şehirlerine yerleşen Kürt LGBTİQ+ bireylerin büyük çoğunluğunun eskiden genellikle haklı bir kırgınlık ve öfkeyle geçmişiyle, kültürüyle ve toplumuyla bağlarını kopardığını ancak son zamanlarda ise etnik/ulusal kimlikleriyle ilgili mücadelelerde daha görünür olmaya başladığını ve bu kimliği daha fazla sahiplendiğini söyleyebilir miyiz? Böylesi bir görünürlüğü tetikleyen farklı dinamikler nelerdir? Bu dinamikler arasında egemen ulustan LGBTİQ+ ve hetero bireyler tarafından maruz kalınan etnik temelli ötekileştirilmenin ve de Kürt siyasetinin LGBTİQ+ bireylere yönelik olumlu siyasi argümanlarının başat bir etkisi olduğundan söz edebilir miyiz?

Göç eden Kürt LGBTİ+’lara dair kolektif bir hafıza varsa eğer, belki şunu söyleyebiliriz: Kürt LGBTİ+’lar doğup büyüdükleri memleketlerinden yakın çevreleri tarafından homofobi ve transfobi nedeniyle ayrılmak zorunda bırakılmışlarsa Kürt meselesine dair de aralarına mesafe koyulmuş oluyor. Eğer memleketlerinden uzaklaştırılma nedenleri devletin Kürt meselesine yaklaşımından kaynaklı ekonomik ve siyasal bir zeminde yer alıyorsa; yani, aileleri ile birlikte maruz bırakıldıkları bir göç ve kayıp deneyimi yaşamışlarsa veya onlardan ayrılmak zorunda bırakılmışlarsa ya da mevcut çevrelerinde ırkçılığa maruz bırakılıyorlarsa LGBTİ+ kimlikleri ile Kürt kimlikleri kesişiminde bir refleks geliştiriliyor. İlk durumda Kürt kimliğinin sahiplenilmesinden ziyade memlekete dair nostaljik bir bağın ötesine geçilmediğini söyleyebiliriz. Bu da Kürt LGBTİ+’ların Kürt mücadelesinden uzaklaşması anlamına geliyor. Ancak diğer durumda da Kürt LGBTİ+’lar Batıdaki Kürt örgütlenmeler içinde aktif bir rol üstlenmeyi tercih ediyorlarsa LGBTİ+ kimliklerini görünür kılamadıklarını; Türkiye LGBTİ+ hareketi içinde konumlanmayı tercih ediyorlarsa da hareketin dönüşümüne odaklandıklarını gözlemliyoruz. Bu dönüşüm beklendiği ölçüde sağlanamıyorsa iltica etmek Kürt LGBTİ+’lar için kaçınılmaz bir hâl alıyor.

Aynı kolektif hafıza bize şunu da pekala söyleyebilir: Kürt siyasetinin söylem düzeyinde LGBTİ+’lara yönelik eşitlik talebi olsa da maddi eşitliği sağlayabilecek mekanizmalardan yoksun olduğunu görebiliriz. Bu da bir yetersizlikten ziyade siyasi bir tercihle ilgilidir. Tüm bunların ötesinde, Kürt LGBTİ+’ların hayatları hem soruda yöneltildiği hem de yanıtlandığı şekliyle rijit bir şekilde tarif edilemez. Şöyle ki; ne memleketinden ve/veya ailesinden ayrılmak zorunda bırakılan LGBTİ+’lar tam anlamıyla tüm aile bireyleriyle ya da memleketlerindeki pek çok unsurla bağlarını tam olarak koparıyor ne de Kürt siyasetiyle ya da kimliğiyle kurulan olumlu ya da olumsuz ilişkileri sadece bu kopuşa(!) bağlı. Ayrıca mücadelenin özgürleşme getirdiği göz önünde bulundurulduğunda Kürt LGBTİ+’ların yaşamı bizzat direnişin de kendisi halini alabiliyor. Dolayısıyla kesişimsel bir perspektifle bakacak olursak kimse kimliklerinin herhangi birinden azade değildir. Bu soru özelinde belirtmek gerekirse Kürt LGBTİ+’lar yaşama içkin bir şekilde göçün de etkisiyle ekonomi, etnisite/ırk, cinsel yönelim/cinsiyet kimliği gibi pek çok açıdan kırılgan durumda olmalarından kaynaklı direnen birer öznedirler. Biricik deneyimler nedeniyle LGBTİ+’ların bu direnişlerini hangi alanlarda ya da nasıl yürüttüklerine dair bir genelleme yapmak da uygun olmayacaktır. Bir temennide bulunursak eğer; Kürt LGBTİ+’ların LGBTİ+ hareketiyle birlikte; hareketler arası bir haraketlilikle Kürt siyaseti içinde de kesişimsel bir mücadele yürütmesinin önünü açmak gerekiyor.

Kürt kadın hareketiyle Kürt LGBTİQ+ hareketleri arasında teorik ve ideolojik ortaklık ve dayanışma sizce tatmin edici bir düzeyde mi? Dünya genelindeki kadın hareketleri ve farklı fraksiyonlardaki feminist hareketlerin ve teorilerin toplumsal cinsiyet yaklaşımlarında merkezde daha çok “kadın” vurgusu olduğunu, toplumsal cinsiyet teorilerin üçüncü cinsiyetleri yeterince kapsamadığını düşünüyor musunuz?

Toplumsal cinsiyet eşitliği tek başına kadın mücadelesine indirgenemez. Erkeklerin toplumsal cinsiyete dair herhangi bir örgütlenme içinde olmayı tercih etmemeleri de bu alanın sadece kadınlara bırakıldığı anlamına geliyor. Oysa sömürge toplumlarında erkeklik meselesi derinleşilmesi gereken bir alan. Frantz Fanon’un sömürge karşıtı mücadeleye erkekliği çağırması gibi Siyah Özgürlük Hareketi ve diğer pek çok anti-kolonyal mücadele, sömürgecilerin efemine olarak kodladığı -sömürgeleştirilen- erkeklik iddiasına karşı özgürleşmenin erkekliğin geri kazanılmasına bağlı olduğunu savunur. Bu yaklaşımın ürettiği hiper-maskülen tavır beraberinde kadınların ve LGBTİ+’ların dışlanmasını getirir.

Üçüncü cinsiyet kavramına dairse LGBTİ+ hareketinin terminolojisinin ve mücadele pratiğinin daha farklı olduğunu söylemek gerekiyor. Özellikle kuir ve trans feminizm söz konusu olduğunda mesele ikili cinsiyet rejimine karşı bir mücadele oluşturmaktan geçiyor. Bu mücadele sadece üçüncü değil, sayısız (toplumsal) cinsiyet kategorisi olabileceği yönünde. Toplumsal cinsiyet çeşitliliğini gören böylesi bir perspektifle hem eleştirel erkeklik alanında hem de kadın ve LGBTİ+ odağında yürütülecek bir mücadeleye ihtiyaç var. Dolayısıyla Kürtlerin toplumsal cinsiyet eşitliği ve çeşitliliğine yönelik yürüteceği mücadelenin belli odaklanma ve özerk alanları olsa da kurulacak ittifakların toplumun her kesiminin katılımına alan açması önemli.

Yerelde ve genelde LGBTİQ+ bireylerin resmi ve sivil alanda sosyal, siyasi ve kültürel ihmal edilmiş/edilen hakları hususundaki talepleri nelerdir?

Yerelde; Kürt LGBTİ+’ların 2000’lerin son çeyreğinde miting alanlarında ve özellikle 2010’larda Hevjîn Dergisi’yle çift dilli yayıncılık hayatına geçmeleriyle yürüttükleri görünürlük siyasetinin tanınmaya başladığını, Hebûn ve Keskesor gibi örgütlenmeler aracılığıyla da 2012’den itibaren Kürt LGBTİ+ hakikatinin kabul edildiğini söylemek gerekiyor. Her ne kadar hareketin ilk sloganlarından biri “Deng bide aşitiye” olsa da belli çevrelerde bu hakikat dirençle karşılandı. Diyarbakır’da 1 Eylül 2012’de Keskesor, Dünya Barış Günü mitingine çağrı yaptığında alanda toplanan LGBTİ+’lar şiddetle karşılaşsa da daha sonraki pek çok mitinge katılmaya devam etti. 2018’e kadar yapılan hemen tüm gösteri yürüyüşü ve mitinglere dahil olunsa da hatta 2013 ve 2014’te Dersim’de Munzur Festivali kapsamında kitlesel yürüyüşler gerçekleştirilmiş olsa da 2019 itibariyle Newroz ve 1 Eylül mitinglerinde Kürt LGBTİ+’lara karşı öncekilerden farklı, örgütlü şiddet uygulandığına, 2021 itibariyle benzer şiddet eylemlerinin Kürt halkı/milleti adına belli kesimlerce sahiplenildiğine tanıklık ediyoruz.

Kürt LGBTİ+’ların kamusal/siyasal alanın dışına çekilmesine yönelik bu müdahaleler, özellikle 2013-2015 yılları arasındaki barış döneminden sonra önemli bir ivme kazandı. Adeta barışın askıya alınmasının faturası LGBTİ+’lara kesiliyordu. Tam da bu nedenle Diyarbakır’da yaşayan LGBTİ+’ların net bir şekilde yapısal eşitsizliklerden kaynaklanan şiddetin giderildiği bir toplumsal barış talebi var. Bunu ilk soruda bahsettiğimiz “Barışı Yeşertmek” adlı saha çalışmamızdan edindiğimiz bulgulara dayanarak da söyleyebiliyoruz. Adalet talebi devletin yargı mekanizmalarından ziyade toplumsal dönüşümü sağlayacak, yerelde örgütlenecek mekanizmalar üzerinden LGBTİ+’ların da dahil olacağı uzun erimli bir sürece tekabül ediyor. Dolayısıyla farklı ülke deneyimlerinden bildiğimiz Geçiş Dönemi Adaleti mekanizmalarının belli bir zaman için düşünüldüğü göz önünde bulundurulduğunda yerelde kurulacak LGBTİ+ kapsayıcı dönüştürücü adalet mekanizmalarının dönüştürücü etkisinin somut olarak izlenip değerlendirilebileceği bir şekilde kalıcılaştırılması önemli bir ihtiyaç olarak kendini ortaya koyuyor. Aslında tüm LGBTİ+’lar için Geçiş Dönemi Adaleti’nin bir ihtiyaç olduğunu görüyoruz. LGBTİ+’lara yönelik baskıların ve hak ihlallerinin belirlenmesi, onarım hakkının bir gereği olarak bu nedenle meydana gelen zararların giderilmesi, ayrıca LGBTİ+ topluluğunun güvenliğinin kurumsal ve yasal düzeyde sağlanarak LGBTİ+ haklarının eşit yurttaşlık ve ayrımcılık yasağı ilkeleri temelinde tanınması önemlidir.

Barış kültürünün yaygınlaştırılması ertelenmemeli, hem Kürt hareketinin hem de LGBTİ+ hareketinin tüm zorluklarına rağmen ittifak geliştirerek toplumsal düzeyde demokrasinin derinleştirilmesi için odakta kırılgan grupların olduğu bir dönüşüm stratejisi oluşturmalıdır. Bu bağlamda Kürt LGBTİ+’ların kendiliğinden köprü görevini üstlendiğini pekâlâ söyleyebiliriz.