Aile, Öğrencilik, Yerelde Sivil Siyaset, Göç ve Mültecilik: Amed/Bağlar’dan İsviçre’ye Genç Bir Kürt Kadının Kısa Yaşam Hikayesi
Röportaj / Güllistan Yarkın

gocmen-kadinlar
Anlatı/Röportaj

Kadın tarihinde ve kadın mücadele tarihinde biyografi veya otobiyografi çalışmalarının önemli bir yerdi vardır. Biyografiler yıllarca görünmezleştirilmiş olan kadınların yaşamlarını ve yaşamlarını geçirdikleri belirli tarihsel bağlamları kayıt altına alır ve görünür hale getirir. Kürt alanında biyografik ve oto-biyografik çalışmalar çoğunlukla erkekler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kürt kadınlarına dair bu çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Kürt kadın tarihi çalışmalarına küçük bir katkı olarak bu dosya için biyografik bir çalışma yapmak istedim. Görüşmecimi son dönemde Avrupa’ya siyasi mülteci olarak göç eden bir Kürt kadın aktivist olarak belirledim. Şu an İsviçre’de yaşayan görüşmecimle internet üzerinden 2023 yılının Haziran ve Eylül ayları arasında çok sayıda görüşme yaptım ve görüşmecimin anlattıklarını metin haline getirdim. Metnin son halini görüşmecime okuttum ve yayımlanması için onayını aldım. 90’lardan günümüze geçen dönemde bir Kürt kadının yaşamına ayna tutan bu kısa çalışmanın Kürt kadın biyografi çalışmalarına küçük de olsa bir katkısı olması dileğiyle.

Bağlar’da Yaşam

1993’ün Mayıs ayında Amed Bağlar’da doğdum. O sene Şubat ayında köyümüz yakılmış, annem o sırada bana hamile. Köyü yakmadan önce köylüleri korucu olmaya zorluyorlar ama köyden hiç kimse koruculuğu kabul etmiyor. Bundan dolayı köyü yakmışlar. Köy yakıldığı için ailem göç etmek zorunda kalıyor. Ailenin bir kısmı Diyarbakır’a, bir kısmı Mersin’e, bir kısmı da Adana’ya göç ediyor. Mevsimlik işçi olarak göç etmeye başlıyorlar.  Benim ailem de ilk defa o zaman şehre geliyor.

Köy yakılmaları ve zorunlu göç ailemizi derinden sarsmış. 1993’te amcamın bir çocuğu köy yakmalarıyla birlikte katılım yapıyor. Benim ailem de bu dönem de Bağlar’a geliyor. Bağlar’a gelen köylülerimiz yakın yerlerde ev kiralayıp birbirine yakın olmaya çalışıyorlar. Biz küçükken Zazakî konuşuyorduk. Kurmancîyi de Kurdî-Der bünyesinde üniversitedeyken öğrendim. Üniversitede Kurdî-Der eğitimleri veriliyordu. Türkçeyi altı yaşındayken televizyondan çizgi film filan izlerken öğrendim. Sonra da okulda öğrendim.

Ben ve kardeşlerim Bağlar’da büyüdük. Bir abim bir erkek kardeşim var. Üç kardeşiz. Abim benden 4 yaş büyük. Annem abimi 18 yaşında, beni de 22 yaşındayken doğurmuş. Annem 1968 doğumlu, babam 1958 doğumlu. Biz küçükken ve daha öncesinde babam Karadeniz’e gidip çalışıyordu. Elektrikçi olduğu için inşaatlarda çalışıyordu. O dönem Karadeniz’de çalıştığı için Çernobil nükleer patlamasından çıkan gazdan etkileniyor. Çernobil 86’da olmuş. Ama o bunun etkisini sonradan fark ediyor. Bir gün Diyarbakır’a geldiğinde çok fenalaşıyor, kan kusuyor, hastaneye gidiyor ve vücudunun her yerine kanserin yayıldığını öğreniyor. Kan kanseri. İki dayım da sağlıkçı.

Dayım babamın Karadeniz’de Çernobil’den etkilendiğini düşünüyor. Babamdan önceki kuşaklarda kanser yok. Babam 1996’da ben 3 yaşımdayken vefat etti. O zaman küçük erkek kardeşim de 9 aylıktı.  Abim de 7 yaşında. Babam vefat edene kadar annem çalışmıyordu. Babam vefat ettikten sonra annem bize bakabilmek için evlere temizliğe gitmeye, okullarda çalışmaya başladı. Yani annem sigortasız işçi. Babamdan sonra da hiç evlenmedi.

Bağlar komşuluk ilişkilerinin güçlü olduğu bir yer. Okulum o dönem eve yakındı. Akrabalarla, komşularla beraber okula gidip geliyordum. O dönem annem çalıştığı için ailemiz komşularımızdı. Onlar bize sahip çıkıyordu, bize bakıyordu. Onların desteği ile okuduk. Amca tarafımızla çok yakın değildik açıkçası. Onları bayramdan bayrama, taziyeden taziyeye görüyorduk. Amcamlar başta Bağlar’ın farklı bir yerine sonra da Adana’ya mevsimlik işçi olarak göç ettiler. Baba tarafım biraz apolitik anne tarafım ise politik bir aile. Baba tarafım hep sistem partilerine oy verir. Şimdi yeni nesil biraz HDP’ye oy veriyor. Anne tarafımsa hep Diyarbakır’daydı. Diyarbakır merkezde. Benim dedem imamdı. Devlet memuru olduğu için şehre atanmıştı. Dedem de Fiskaya ve Ofis arasında bir yerde oturuyordu.

Bütün siyasi olaylar bizim hayatımızı da etkiledi. Mesela ben çocuktum, 1999’da Abdullah Öcalan yakalandığında evler basıldı. Her yerde iki dayım aranıyordu.  O dönemin Hizbullahları benim bir dayımı kaçırıyor. Bizimkiler her yerde dayımı arıyorlar, bir bodrum katında buluyorlar. Bir dayım da tıp öğrencisi iken, Hacettepe Tıp’ı kazandıktan sonra katılım yapıyor. Bu dayım Karakoçan’da 1993’te şehit düşüyor. Yaşayan iki dayım var. Diğer kaçırılan dayım ise şu an psikolojik olarak iyi değil. Kaçırıldığından beri yaşadığı işkenceden kaynaklı ruhsal olarak o zamandan beri çok iyi değil. O dayımın sırtında jilet izleri dahi duruyor.

Okul dönemime dair hatırladığım en önemli şeylerden biri ortaokuldayken bazı arkadaşlarımın katılım yapması. Bu beni çok etkilemişti. Bir de 2008'de serhildan direnişleri dönemi. O zaman 14-15 yaşındaydım. Okulların iki hafta tatil olduğu, cenazelerin çok yoğun geldiği dönemleri hatırlıyorum. Her ev taziye evine dönüşmüştü. Cenazeler her ne kadar insanların kendi çocuğu olmamış olsa bile insanlar her giden çocuğu kendi çocuğu gibi taziye sürecinde sahipleniyordu. O zaman daha çocuksun, çocuk olarak hatırladığın şey işte her gece, "Bu gece cenazeler gelecek, her yer ateşe dönecek." Sokaklarda serhildan direnişleri oluyor ve serhildan direnişlerinde sokaklarda o dönemin YDGH’ları sokak sokak geziyor, sloganlar atılıyor, panzerler harıl harıl geçiyor. Şu an benim astıma yakalanma sebeplerimden biri de her gün atılan gaz bombaları, her gün çıkan çatışmalardan kaynaklı. Sağlığım bir nevi kötü yani. Yürüyemiyorum, nefes alamıyorum. Devletin attığı biber gazlarından kaynaklı.

Malatya ve Adapazarı’nda Mevsimlik İşçilik

Çok kötü bir çocukluk dönemim de var. Ekonomik sorunlardan kaynaklı. Ben ve abim dershane paramız olsun, lise paramız olsun, o dönem annemize destek olmak için, her yıl mevsimlik işçi olarak Adapazarı’na fındık toplamaya, Malatya’ya kayısı toplamaya gidiyorduk. İlk defa 2008’in Haziran ayında Malatya’ya gittik. Bir buçuk ay Malatya’da kayısı topladık. Bir buçuk aydan sonra Adapazarı’na fındık toplamaya gittik. Bir süre de orada kaldık. Okul açıldığı dönemde de okula en geç gidenlerdendik. Liseyi Kız Teknik Anadolu Lisesinde okudum.  Aslında bu okulda okumak istemiyordum ama okula geç gittiğim için ve tercihimi kendisine söylememe rağmen rehber öğretmenim zamanında yapmadığı için geç kalmıştım.

Üniversiteye gidene kadar her yaz böyle mevsimlik işçi olarak çalıştım. Mevsimlik işçiyken çadırlarda kalıyorduk. Bulaşık yıkamak bir dert, çamaşır yıkamak ayrı bir dert. Su ayrı bir dert. Irkçılığa maruz kaldığım bir dönem. Malatya’da bunu pek yaşamadım. Ama Adapazarı’nda Kürtlerin gelişini görenler, ellerinde Türk bayrakları, her gece arabalarla etrafımız sarıyorlardı. Irkçılığın ilk kez gözümüze sokulduğu dönem yani. Önümüzü kesiyorlardı, bize “pis Kürtler” diyorlardı. Bir yandan sana ihtiyaç duyuyor, diğer yandan da seni aşağılıyor. Böyle bir toplulukla karşı karşıya kalıyorsun. Duvarlarda “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarını görüyorsun. O zaman ben çok şaşırmıştım. "İnsanlar neden bize böyle bakıyor?" diyordum. Daha önceden gidenler bize “Biz alışkınız siz buralarda daha yenisiniz” diyorlardı. Bunu çok iyi hatırlıyorum.

Yazın çektiğimiz sıkıntılara rağmen lisede çok iyi hocalara denk düştüm. Eğitim Sen’li hocalarım vardı. O dönemin en iyi hocalarından ders gördüm. Bizi edebiyatla tanıştıran çok iyi hocalarımız oldu. Bir hocamız bize Victor Hugo’yu okutuyordu, Aristoteles okutuyordu. Jack London’ın Beyaz Diş kitabını lisede okumaya başladım. Bir de bizim evimizin hemen sağ köşesinde Amed’in o dönem popüler olan bir derneği, Özgür Yurttaş Derneği vardı. Lisede siyasi faaliyet yürütmedim ama benim arkadaşlarla tanışmam, Özgür Yurttaş Derneği vardı o dönem. Çok iyi kaliteli arkadaşların çıktığı yerdi.

Abi ve Erkek Kardeş

2011 yılında liseden mezun oldum. Abim de benim gibi okudu. Abim öğretmen oldu fakat atanamıyor. Geçen hafta bir mülakata girdi. Mülakatta beni soruyorlar “Kız kardeşin neden Avrupa’ya göç etti?” demişler. Tartışmışlar mülakatta. “Benim kendi alanımla ilgili sorular sorun, ailemi karıştıracaksanız bu mülakat değildir” demiş. Türkiye’de derece yapıyorsun, Sosyal Bilgiler öğretmenisin, 90 puana yakın bir puan alıyorsun, devlet okumuş bir bireyi almak istemiyor ve mülakata çağırdığı kişiyi de iyi araştırıyor. Abim böyle politik biri değil, sadece oy veriyor.

96 doğumlu olan erkek kardeşim de lise mezunu. Şu an madde bağımlılığından dolayı cezaevinde. Biliyorsun Kürdistan’da bir ailenin yarısı okuyabiliyor, yarısı madde bağımlısı olabiliyor, yarısı farklı düşüncelere tabi tutulabiliyor. Devletin Kürt politikasında şöyle bir şey var. Gettolaşmış mahallelerde uyuşturucu, fuhuş daha çabuk yayılıyor. Biz de Bağlar gibi bir yerde oturuyoruz. Bağlar’da okul köşelerinde devlet eliyle uyuşturucu satılıyor. Önce sigara niyetine satılıyor, sonra bunun bağımlısı olmaya kadar gidiyor.

Kardeşimin ilk lise döneminde kullandığını fark ettik. Aslında biz ilk önce görmedik. Komşumuz geldi bize söyledi. Komşumuz her sabah yoğurt almaya gidiyor. Sitili denen bir şey var. O geldi anneme dedi ki “Benim adımı söyleme, size bir şey söylemek istiyorum.” Annem de “Tabi söyle” dedi.  Dedi “Oğlun madde kullanıyor haberin olsun”. Esrar kullanıyor diyor. Ondan sonra annem de kardeşime dolaylı yollarla bir şey içip içmediğini sordu. İlk başta reddetti “Kim bunu söylüyor?” küfürler havada uçuştu. Annem önemsemedi. Sonra bir gün annem onu takip etti. Takip edince olay çıktı. Bunun üzerine dayımlar kardeşimi çok kötü dövdüler. Hatırlıyorum çok dövdüler. Sonra uzun bir süre ara verdi, hiç kullanmadı. Yaklaşık olarak 3-4 yıl hiç kullanmadı.

Sonra İzmir’e gitti. İzmir’de kuzenlerimin yanına çalışmaya gitti. Orada kuzenlerimin yazlığı ve barları var. Kardeşim kuzenlerimin barında çalışıyor. Oraya gidince, aileden uzaklaşan bir birey daha rahat hareket ediyor. Orada tekrardan almaya başlıyor. Arkadaş çevresi değişince farklı şeyler içmeye başlıyor. Kokain içtiğini söylüyorlar. Dosyasında da kokain yazıyor.  O gün grup halinde madde kullanıyorlar. Bir gün birkaç arkadaşıyla beraber içiyorlar ve müziğin sesini sonuna kadar açıyorlar. Mahalle sakinleri bunları şikâyet ediyor ve tutuklanıyorlar. Olay böyle gelişiyor. Kardeşim şu an içeride, bekliyoruz biz de. Marmara Bölgesi’nde bir cezaevinde şu an. 5 yıla yakın ceza aldı.

Görüntülü görüşme sistemi var cezaevinde. Aileni görüntülü arayabiliyorsun. Annem ona çok kızgındı ilk başta telefonlarına cevap vermiyordu. Şimdi de annem diyor ki "Beni çok arıyor." Cezaevinde ona Kuran öğretmişler. Devlet seni dinle düzeltmeye çalışıyor. İçeride kardeşim Kuran’ı bitirmiş. Oruç tutuyormuş. Resim atölyesine başlamış. Haftada iki gün psikoloğa gidiyor. Terapiyi içeriden yaptırıyorlar. Bağımlılığı bitmiş. Psikoloğu annemi aramış demiş ki “Çok iyi bir düzelme kaydettik. Çocuğunuz çok iyi bir yerde”. Terapiye erken cevap vermiş. Af gelirse herhalde çıkacakmış. Türkiye’de biz zorla onun sınavlara başvurusunu yapıyorduk gitmiyordu. Cezaevindeyken iyi bir puan almış.

Üniversitede Olaylar ve Moda Tasarımı

Dicle Üniversitesi’nde dört yıllık Moda Tasarımı okudum. 2011’de başladım. Üstten ders aldığım için üniversiteyi çabuk bitirdim. Sonra da Açıköğretim Üniversitesi’nde dört yıllık Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi okudum. Kız meslek lisesinde tekstil okumuştum. Biraz da puanım vardı moda tasarımı bölümü okuyayım diye düşündüm. Benim annem dikiş nakışı çok güzel yapar. Yatak örtüsü, yastıklar falan. Ondan kaynaklı ilgimi çekti.

Üniversitede okurken arkadaşımın hukuk bürosunda çalıştım. Üniversite okurken çok olaylar oldu. Üniversiteye ilk başladığım dönemde Şubat ayında evimize operasyonlar düzenlendi. KCK operasyonlarında iki dayım gözaltına alındı, sonra tutuklandılar. Biri bir ilçe belediyesinde eş başkanlık yaparken diğeri de sağlık çalışanıyken. İkisi de çok ağır cezalar aldılar ama sonra bırakıldılar. Hala birinin davası sürüyor, diğeri de iki buçuk yıl önce kalp krizinden vefat etti. O dönem Bolu Abant Cezaevi, Urfa Cezaevi, Diyarbakır Cezaevi, Sincan Cezaevi’ne mekik dokuyup gidip geldi ailelerimiz. Diğer dayım da şöyle, evliysen eğer siyasal süreçte bazen eşler baskın geliyor. Cezaevi süreci yaşıyorsan ya da bir daha tutuklanman olmasın diye hani eşinden kaynaklı, çocuğundan kaynaklı diğer dayım biraz uzaklaştı bizden.

Üniversite dönemimde okulda da çok olaylar oldu. Bir gün okuldaydık, kampüste müzikler çalıyordu. Bizim dergilerin, gazetelerin satıldığı bir standa doğru bir grup, Hüda Par mı desem Hizbullahçılar mı desem. Hizbullah diyeyim. Hizbullah okulu bastı. Yağmurlu bir gündü. Mühendislik fakültesi, fen fakültesinin önünde, bizim gençlerin ellerinde hiçbir şey yoktu. Ama onlar gelirken satırlarla üniversiteyi bastılar. Veterinerlik fakültesini. Oradan bir grup öğrenci sınıflara dağıldı. 5-6 saat mahsur kaldık. Polis gaz bombası attı. O dönemin rektörü Kürt hareketinin gençlerini savunmadı. Bizi gene ayakta tutan Aysel Tuğluk. Aysel Tuğluk ve o dönemin il eş-başkanı Zübeyde Zümrüt bizim için heyet kurdular. Şehir otobüslerini durdurup okul meydanına getirip bir sürü öğrenciyi otobüse bindirip bizi şehir merkezine doğru götürdüler.

O dönem korkunç bir dönemdi. Okula bir hafta ara verildi.  Bir de iki otobüs dolusu öğrenci de tutuklandı. Öğrencileri panzerin arkasına mı bırakmadılar, yedek zırhlı araç mı getirmediler.  O dönem annem bana çok kızmıştı. “Sana okul mokul yok”, işte “Seni okula mı gönderiyoruz eylemlere mi” diye çok üzerime gelmişti. Bu olaylardan dolayı arkadaşlarımız yargılandı. Bazılarının dosyaları devam ediyor. Bu olaylarda adı geçen, dava açılan arkadaşların bazılarıyla hala görüşüyorum. Bir kısmı Avrupa’ya geldi. Bir kısmı Berlin’de bir kısmı Fransa’da. O arkadaşların bir kısmı da katılım yaptı o dönemde.

Bir de bu olaylar sırasında ben de moda tasarımı okuyorum. Üniversiteye gidiyorum, bir sürü malzeme eksikliği var, bir gün okula gidiyorum bir gün gitmiyorum. Gittim saçma sapan bir bölüm okudum. Biliyorsun batıda tekstil ne kadar önemli, iç giyim ne kadar önemli ama Kürdistan’da aşağılayıcı bir dil var. "Moda tasarımı okuyorum" dediğin zaman insanların alaycı bir tavrı oluyor. “Onu okuyacağına kendine terzide çalışsaydın senin ne işin var orada” gibi söylemler oluyordu. İnsanda heves bırakmıyorlardı. Kurmancîde diyorlar ya "xwîna min tirş bû". Soğudum yani. Ama sırf işte okulu bitirememiş dememeleri için sınavlara giriyordum, sınavları veriyordum.

Biz mesela o dönem Cemil İpekçi’den dahi ders aldık. İpekböcekçiliğinden şallar nasıl yapılıyor diye bir haftalık özel bir ders aldık. Üniversite ayarlamıştı. O dönem şal ipekçiliği konusunda Sümer Park’la ortaklaşa bir proje yapmışlardı. İpekböcekçiliğinin Kürdistan’da en yaygın olan bölgesi Amed’in Kulp ilçesidir. İpekböcekçiliğine dair neler yapılabilir vs. bunlar konuşuluyordu. Üniversite işte seni alıyor ilçelere götürüyor. Bölümü bitirirseniz işte bu olursunuz, geleceğinize dair yatırım yaparsanız böyle kazanırsınız diye anlatıyorlardı. Ama işte ben bu bölümden tirş olmuştum. Başka bir alana yönelmek istiyordum.  Aslında çocuk gelişimi okuyup bir kreşte çalışmayı istiyordum. Ya da üniversite sınavına kendimi çok iyi vermiş olsaydım Ankara Siyasal okurdum. Sonra belki doktora yapar belki siyasal alanda veya akademi düşünürdüm. Zaten sonra açık öğretimde Uluslararası İlişkiler ve Siyaset bilimi okudum ama oradan da atama olmuyor.

Hevsel Direnişi ve Şengal Göçmen Kampı

Üniversitede o Hizbullah olaylarından sonra 2014’te Hevsel direnişi başladı. Hevsel Bahçelerinin devlet tarafından imara açılması, villa yapma, doğayı katletme kararı alınmıştı. Hevsel'de o dönemin öğrencilerinin, gençliğin yürüttüğü üç aylık bir direniş vardı. O dönemin öğrencilerin adı DÜÖ-Der’di, Dicle Üniversitesi Özgür Öğrenci Derneği. Bir gece ansızın öğrenci derneklerinden haber geldi, "Yarın akşam eylem olacak herkesin haberi olsun" dendi. Hepimiz toplandık, çadırından tut bir sürü şey götürdük, yerleştirdik. Çadırlarımızı kurduk, okuma kamplarımızı kurduk, sohbet yerleri koyduk. Bir sürü şey koyduk.

Hevsel direnişi zamanı gece de orada kalınıyordu. Halaylar çekiliyordu, kitaplar okunuyordu, tartışmalar oluyordu. Çok güzel bir dönemdi. O dönem tıp fakültesinin öğrencileri dışarıdan gelenlere ücretsiz sağlık eğitimi veriyordu. Acil müdahelede neler yapılır bunları öğretiyorlardı. Basından gelen arkadaşlar da acil durumlarda basın nasıl kullanılabilir bunları öğretiyorlardı. Anında haberleşme diye bir programları vardı onu anlatıyorlardı. Kurdî-Der’e gidemeyenler için de üç ay boyunca asta yekemîn[birinci seviye], asta duyemîn [ikinci seviye] dersa zimane Kurdî [Kürt dili dersi] veriliyordu. O dönem mutfağımız vardı her şeyimiz vardı. Komünal yaşam.

Hevsel direnişi toplamda 30 kişi ile başladı, üniversitenin geneline yayıldı. O dönem bir de MEGAM-Der, [Mezopotamya Gençlik Araştırma Merkezi Derneği] vardı. MEGAM-Der’de kültür sanat etkinlikleri çok çabuk bir şekilde yayılıyordu. Hevsel direnişi üç ay mı üç buçuk ay sonra mı Newroz zamanı sonlandırıldı.

Sonra üniversiteyi bitirdiğim dönemde, 2014’te Ağustos ayında Şengal’e IŞİD saldırıları başlamıştı. Şengal’den akın akın Ezîdîler gelmeye başladı. Amed’de belediye, gelen kitleyi Sümerpark’ta spor salonuna yerleştiremediği için Fidanlık bölgesinde araziye çadırlar kurdu, mutfak kurdu. İki yıla yakın bir süre gelen mültecilere yardım etti. Sonrasında büyük problemlerin olduğu bir alana dönüştü. Şengal’deki Ezîdîlerin kadın-erkek namahrem dediğimiz sistemin olduğu yerlerde erkekler kendi eşlerini çadırda tutup kendileri yemek sırasına giriyordu.

Hevsel direnişinden birkaç arkadaşla da gönüllü olarak belediyenin kamp çadırlarına gittik. İki hafta kadar gece kaldık, sonra sabah gidip akşam dönüyorduk. Ailelerle beraber kampa gelen çocuklar vardı. Biz çocuklarla çalıştık. Çocuklarla nasıl bir program çizeriz ya da neler yapabiliriz diye öğrenci derneği ile bir araya gelip güzel işler yapmaya kalkıştık. Orada çocuklarla oyun etkinliği yaptık. Drama etkinliği yaptık. Aileler de korkuyordu, işte "Çocuklarımıza IŞİD mantığıyla mı yaklaşıyorlar?" diye korkuyorlardı. Aileler de gelip katılıyordu. Sonra ne yaptığımızı gördükten sonra gidiyorlardı.

Orada çocuklarla çalışırken çocuklarda uyku problemi olduğunu gördüm. Uyuyamama sorunları vardı. Mesela bir polis aracı geçtikten sonra gözlerini kapatan çocuklar vardı. Ambulans gelmişti mesela ambulanstan çıkanların kıyafetleri polis kıyafetine benziyordu. Çocuğun biri bağırdı, çağırdı "Buradan gitsinler" diye. Biz tabi anlayamadık nedenini. Hani IŞİD de siyah giyiniyor ya o rengi görünce çocuk bağırmaya başladı, çok korktu. Mesela çocuklardan birinde ensest vakasına denk geldik. Kız on altı yaşındaydı. Dayısı tarafından dokunma, sürtünme yoluyla taciz. Qamişlo’dan gelmişlerdi. Bir de kadınlar da sorunlar yaşıyordu. Mesela kadınlarda istek dışı birlikte olma sorunu vardı. Eşlerinden soğuyorlardı. Kadınlar “Biz birlikte olamıyoruz, kendimizi iyi hissetmiyoruz” diyorlardı. Bir kadın arkadaş da IŞİD tarafından tecavüze uğramıştı ve kampta intihar etmişti.

Suruç ve Amed Patlamaları

Şengal sürecinden sonra Kobane süreci başladı. Kobane sürecinde bir gece halk sokaklara döküldü. Sonra insanlar akın akın Rojava’ya doğru, Suruç’a doğru gitti. Gidenler Suriye’den gelenlerle gönüllü çalışmalar yürüttü. Ben de Suruç’ta bir ay falan kaldım. Orada çadırların kuruldu. Biz o dönem Suruç’ta yemek yapıyorduk, Rojava’dan gelen çocuklarla oyun etkinlikleri yapıyorduk. Çocuklar o dönem çok etkilenmişti. Çocuklar geceleri uyuyamıyordu.

Hani Kürdistan’da bir olay var ya her beş yılda bir, bir şeyler değişiyor ülkede. Beş yılda bir hep savaşla gözünü açıyorsun. Zaten anne karnında şanssızlığın başlıyor, zaten savaşı, göçü o zaman yaşıyorsun. Oradaki göçe dair baktığımızda da hep gelenler yara bere içerisinde. İhtiyaçları olan tek şey su. Bir tarafta gelenler, diğer tarafta bir grup gencin sınırları kırıp telleri aşıp karşı tarafa geçmesi, Rojava devrimi için savaşmaları. Bunlar hep kendi gözümüzle gördüğümüz olaylar. Annemin sağlık durumu olmamış olsaydı belki ben de 2014’te daha ilk Rojava ayaklanması başladığında, Şengal döneminde ben de giderdim.

Kürdistan'daki olayların hepsi beni çok etkiledi. Mesela 2011’de Van depremi bizi çok etkiledi. Sonra Roboski Katliamı. Türkiye’nin batısında yılbaşına sayılı günler kala insanlar eğlenirken bir tarafta da Kürtler katırlarda katledilip öldürülüyor. Diğer tarafta Suruç olayı, Ezîdîlerin olayı, Kobane süreci, Diyarbakır patlaması, şehir savaşları. Binlerce insan akın akın ölüyor ve şu an dönüp geçmişe baktığımızda Orta Doğu coğrafyasında iç içe düşmüş bir savaş değil ama azar azar binlerce insanın ölümüne şahitlik etmiş bir toplum gerçeği ile karşı karşıya olduk.

2015’e geldiğimizde Temmuz’da Suruç patlaması, Haziran seçimleri döneminde Amed patlaması bizi derinden etkiledi. Suruç patlaması olduğunda ben yoldaydım. Biz yoldaydık. Rojava Derneği vardı o dönemde. Bizim arabamızda oyuncaklar vardı. Gelen bir grubun oyuncaklarını biz götürüyorduk. Yoldayken dediler ki bir patlama meydana geldi. Bu haber gelince yönümüzü hastaneye çevirdik. Korkunçtu.

Suruç patlamasına birebir tanık olmadım ama ondan önceki Diyarbakır Haziran patlaması yanı başımızda oldu. O olaydan şans eseri kurtulduğuma inanıyorum. Kürdistan coğrafyasında hayatta kalmak biraz şans meselesi. Her an ne olacağın belli değil. Annem, dedem, bütün ailem o kalabalığın içindeydi. Ben o gün aslında erken gitmiştim. İl binasındaydık. Arkadaşım oradaydı. Dedi “Bir yerlerde bir şeyler yiyelim sonra alana gidelim. Trafik yoğun zaten yürüyerek gideriz.” Yürüme mesafesi de 40 dakika falandı. Normalde araçla 5 dakika olan yere 40 dakika yürüdük. O gün böyle kıyamet gibiydi. Gelen, gelen, gelen, tıklım tıklımdı o gün. Anlatılamaz bir şey.

Sonra dedem beni aradı, dedi “Kızım biz şu bölgedeyiz gel seni görelim”. Diğer akrabalarım da orada. Ben de dedim “Ben arkadaşlarımın olduğu yerdeyim, davul çalan yerdeyiz.” Arkadaşları görüyoruz, sendikalar var, her yerden insan toplulukları var, bir sürü insan geliyor. O insanları görmeye çalışıyoruz. Uzun bir aradan sonra insanları görüyorsun. Haziran 2015’te. İki gün sonra da seçim olacak. Biz alandayız. Konuşmalar başlıyor. Selahattin Başkan birazdan çıkacak diyorlar. Birazdan dedikleri bir saat sonraya sarktı. Tam Selahattin Başkan’ın geldiği zaman büyük bir patlama sesi gelmeye başladı. Öyle böyle değil, büyük bir patlama sesi geldi. Aslında ilk patlama sesinde biz zannetti ki çocuklar havai fişek patlattı. Sonra bir anne bana "Beni okulun bahçesine götür" dedi. Anneyi okulun bahçesine götürdüm. Ben de arkadaşa dedim ki “Burada bekle ben anneyi bırakıp geleyim.” Tam anneyi içeriye bıraktım sonra bir patlama sesi geldi. Üzerime karanlık bir şey indi, gözlerim karardı ve sırtımdan bacağımdan böyle her yerimden şırıl şırıl ter akmaya başladı. Yaklaşık olarak 2 dakika falan hiçbir şey duymadım basınçtan kaynaklı. İnsanlar böyle gidip geliyor. Sandım ki sağır olmuşum. Kendime gelmeye çalışıyorum. Bir koridor açılıyor, herkes hastaneye koşuyor, fakülteye, Eğitim Araştırma'ya. Sonra arkadaşımı buldum. Yeni yeni kendime gelmeye başladım.

O gün bir halkın dayanışması vardı. Gerçekten çok onur verici bir şeydi. Arabalar bedava, taksiler bedava, herkes kendi yakınlarını görebilmek için hastaneye koşuyor. Bir de şebeke kesilmişti. İnsanlar ailelerinden haber alamıyor. Benim aklıma ilk gelen şey "Hastanede ailemi görebilir miyim, göremez miyim" oldu. Bir sürü insan hastane tarafına gelmiş. Kanları yerde görüyorsun. Ailemden biri burada olabilir mi diyorsun. O gün karar almıştım bir daha asla böyle bir kalabalığa, mitinge gitmem diye. Sonra insan bakıyor hiçbir şey bizi engelleyemiyor. Artık yurtseverlik bilinci midir… Bir eylem etkinlik olduğunda herkesten önce biz koşup gidiyoruz.

Abluka ve Çatışmalar

Patlamalarla beraber, Rojava Devrimi, Şengal olayları ve ardından kent savaşları başladı. Kent savaşları başladığında o dönem azar azar silah sesleri geliyordu. Sonra silah sesleri çok yoğun gelmeye başladı. Benim kaldığım Bağlar’a olaylar geç yansıdı, bir hafta sonra filan da olaylar bitti. Sur’da çatışmalar çok yoğun oldu. Sur şiddetli silahlar, tanklar, tüfeklerin en çok yoğun olduğu yerdi. Olaylar çok yoğunlaşmadan önce Tahir Elçi katledildi. Tahir Elçi’den sonraki süreç katliamın perdesini araladı. Çok şiddetli savaş süreci başladı.

Tahir Elçi savaşa karşı barışı savunuyor ve onun arkasından bir sürü ölümler bir sürü olaylar gerçekleşti. Bir sürü arkadaşın şehadeti gerçekleşti. Mardin’de, Nusaybin’de, Cizre’de, Şırnak’ta, Varto’da, Silvan’da. Yani kanton bölgeler savaş alanına döndü. O dönem Dicle Fırat Kültür Merkezi vardı oraya kadar gidebiliyorduk. Sülüklü Han’ın yanı başındaydı. Dengbej Evi’nin karşısındaydı. Bir yol var, bir tarafında çatışma başlıyor diğer tarafında da seyirciler. Orası toplanma alanı gibi bir şeydi. Bir sürü insan akın akın gidiyor, savaş var bir tarafta, bir tarafı savaş bölgesi diğer tarafı sanki bir filmi izler gibi binlerce insan, ne olacak ne bitecek diye o dernekte toplanıyor.

O dönemde Diyarbakır camiasından da gelenler oradaydı, aktivistler de oradaydı. Barış imzacıları bile savaşa dur demek için gelip o dernekte bekliyordu. Dernekten sonra kayyum süreci başladı ve dernek kriminalize edilmeye başlandı. Devlet müdahale edince orası kapatıldı. Sonra kitle Dağ Kapı meydanına toplanmaya başladı. Her iki hastahanenin başında keskin nişancılar vardı. Her yerden gaz bombaları atılıyordu. Tahir Elçi’nin öldürülmesinden sonra ortam daha sertleşti. Devlet her yeri abluka almaya başladı. Bir olay oldu, gözümün önünden gitmiyor. Bir genç kız yolun karşısına geçerken keskin nişancılar tarafından öldürüldü. Kitle Dağ Kapı Meydanındaydı. Sonra öğrendik ki Ankara mıydı Eskişehir miydi oralarda sosyoloji okumuş.

Bir de Sınır Tanımayan Doktorlar vardı. Yurtdışından gelen doktorlar. Her ülkeden doktorlar. İsviçrelisi, Kolombiyalısı, Danimarkalı, İsveçli. Bunlar kendileri inisiyatif alıyor Amed’e geliyor ve SES’le [Sağlık Emekçileri Sendikası] görüşüyorlar. Bu doktorlar Amed’deki Şengal Kampı’nda da çalıştılar. Bunlar Birleşmiş Milletler kararıyla anında çadır kurabiliyorlarmış. Belediyeye bir belge sunuyorlar. Sonra iki ay filan çadır kurmuşlardı kampta. Hatta orada sünnet olmak isteyen Ezîdî gençler vardı. Onları dahi sünnet ettiler. Ben onların neden sünnet olmak istediğini anlamamıştım.

Sağlıkçıların sendikası da sivil itaatsizlik eylemi düzenlenmişti. Doktorların beyaz önlük eylemi vardı. Süresiz oturma eylemi başlatmışlardı. Karşıda bir halk öldürülüyor ve doktorlar yardım için, karşıya geçmek için eylem düzenliyor. Devlet ona bile müdahale etti. Onları da yerinden kaldırdılar. Arkasından çok sancılı bir süreç gelmeye başladı. Belediyelere kayyum atandı. Olaylar parça parça oldu ve bir daha toparlanmamak üzere her şey sarpa sardı. Mesela o zamanlar Remziye Tosun ve çocuklarının Sur’dan çıkış sahnesi. Cizre’de bodrumda öldürülen gençlerin yardım çığlıkları hala aklımda. O dönem sanki bir mahşer vardı. Ölenler için kurulan bir mahşer.

O dönem bir yandan da Amed’de gündelik yaşam devam etti evet. Sur’da çatışmalar devam ederken elinde kahvesiyle yazı yazmayı hiç eksik etmeyen gazeteciler oldu. O ara barış imzacıları akın akın İstanbul’dan geliyor, Ankara’dan geliyor. Bir sürü insan akın akın savaş olmasın diye sahaya geliyor, savaş olmasın diyor, bir sürü insana gaz bombası atılıyor. Bir sürü gazeteci. Bir sürü akademisyen. Galeria’nın içine sıkıştırılıyor bu insanlar. Bazı yerlerde kendini konformizmin denilen şeyden, nasıl derler kendini hiçbir şeyden eksik etmeyen insanlar örneğin Gaziyolu’nda kahvesini içip tivit atan insan tipi.

Bir de beni en çok etkileyen olaylardan biri de o kadar savaş oluyor, o kadar şey oluyor, liberalizmin gölgesinde kendini siyaset dili ile konuşturmaya çalışan insanlardan bahsetmek istiyorum. Ben işte siyasetçiyim diyenler sırf psikolojileri bozulmasın diye çocuklarını alıp İstanbul’a, Ankara’ya götürüp şehirden uzaklaştıran insanlara denk geldik. Bunlar Diyarbakır’ın burjuva kesimi. Bunlar tabi bizde öfke yarattı. O dönem çok kötü bir dönemdi. Ben mesela KPSS’ye çalışmak istiyordum. Atama olur bir şey olur diye ama o dönem o kadar olaylar, şehit haberleri, dershaneyi falan bıraktım.

Ev Baskını ve Tutuklama

Sonra bütün bunlar olduktan sonra 2020’de tutuklanmam oldu. O dönem pandemi süreciydi. Kendimi Netflix’e kapatmıştım. Karküreyici [Snowpiercer] diye bir dizi vardı. Bitirmem gereken bir diziymiş gibi, oturmuş onu izliyordum. Tam onun bitimine yakın saat ikiyi çeyrek geçiyordu. Dedim ne de olsa biter, dizi bitsin sonra uyuyacağım. Ama diziyi izlerken koltukta uyuyakalmışım. Sonra üç buçuk gibi zil çaldı. Ben zannettim abim geldi. Bazen futbola gidiyor, eve geç geliyor. Dedim abimdir böyle elini zile basılı tutuyor uzun uzun. Sonra annem kapıyı açtı. Binadan birkaç kişi de gelmiş. Biz o eve yeni taşındığımız için polisler evimizin adresini bilmiyor. Binada oturan bir kadın polisleri evimize getirmiş. Saat üç buçukta geldiler, beni beşte evden çıkardılar. İşte dediler bir kurum basıldı o kurumda isminiz geçiyor. Beni tabi işkenceyle aldılar ama onu anlatmayayım yine gözümün önüne geliyor. Yani çok kötüydü. Evi tek tek aradılar. Kitaplarımın hepsini yere düşürdüler, yatakları düşürdüler. Ben zannettim ki bir tek ben tutuklanmışım sabaha karşı. Gidince avluyu hemen görmedim. Sonra bir gördüm, oooo sanki bütün Diyarbakır orada toplanmıştı. Kadınlara ilişkin bir operasyondu.

O dönem aramızda bir ay oynuyor. Önce Rosa Kadın Derneği basılıyor, arkasından biz geliyoruz. Ben ilk zannettim ki Rosa’dan kaynaklı beni alıyorlar. Sonra gidince Demokratik Toplum Kongresi’nde bir panel düzenlenmiş o panelde bir kartta ismim geçiyor. Öyle tutuklanmışım. Sonrasında çok yoğunluk olan bir yere denk geldik ve o dönemde psikolojim bozuldu. Van Edremit Belediye Eş Başkanı Rojbin Çetin gözaltına alınmıştı. Onu yanımıza getirdiler. Gözaltında bizim kapı açıktı. Kadın bir geldi üstü başı kan içinde, gözleri morarmış, dizleri kanıyor. Ben onu görünce dayanamadım. Zannettim ki kadın arkadaşa burada gözaltında böyle vurmuşlar. Ben dedim ki bu devlet ona ne yapmışsa burada beni de mahveder.

Yanımızda sağlıkçı arkadaşlar vardı ona yardım etmek istediler. Polisler onları bırakmadı ki kadına yardım etsinler. Sonra avukat geldi. Avukata dedim ki "Bu kadın arkadaşa vurmuşlar." Sonra avukat dedi “Onu ev baskınında böyle yapmışlar.” Ev baskınında köpekli işkenceye maruz kalıyor. Onunla aynı yerdeydik. O A koğuşundaydı yan yanaydık. Sonra tişörtümü çıkartıp ona verdim. Onun tişörtü kanlıydı. Sabaha doğru çok soğuk oluyordu ya ben gelirken üzerime bir tane daha almıştım. Rojbin Çetin'in halini gördükten sonra ben çok kötü oldum, çok yıprandım. Uyuyamıyordum. Hem o Diyarbakır sıcağı, Haziran ve Temmuz sıcağından kaynaklı, hem de gözümün önüne ev baskını geliyor, benden sonra annem kalp rahatsızlığı geçirdi, iki defa anjiyo oldu. Aklım bir de annemde kalmıştı. Geceleri uyuyamıyordum, sabahları da robot gibi oluyordum.

Dört gün gözaltında kaldım. Sonra savcılık tutuklama kararı verdi. 28 gün tutuklu kaldım. Benimle ilgili öncesinde başka bir mahkeme yoktu. Avukat hakime dilekçe verdi. Bir de annemin sağlık durumu vardı ya kadın tek kalıyor, yanında biri olması gerekiyor diye bu şekilde bıraktılar beni. Sonra haftada iki gün imzaya gittim. Karakolda sürekli imza attırarak resmen açık cezaevini yaşatıyorlar. Hiçbir sosyal alanım kalmadı. Devlet beni kendine bağladı. Bir yılım böyle çöp oldu. Bir yıl boyunca haftada iki gün imzaya gidiyordum. Evin yakınındaydı karakol. Bir defasında geç kaldım. Geç kalınca polis sesini yükselterek bir daha olmasın dedi. İmza aslında bir hak ihlali, elini kolunu bağlıyor. Bütün yaşam alanın kısıtlanıyor, plan yapamıyorsun. Mahkemem bir buçuk yıla yakın sürdü. Örgüt propagandasından ve üyelikten yargılandım ve 6 yıl 3 ay ceza aldım. Şu an dosyam istinafta ve cezam onaylanabilir.

Avrupa’ya Göç Kararı

Türkiye’de yaşadığım sıkıntılar, iş konusunda yaşadığım sıkıntılar beni göç kararına yöneltti. 2017-2018 yıllarında bir yerde ücretli çalıştım. Asgari ücret alıyorsun ve para sana yetmiyor. Bir yerde kendini istihdam edeceksin, bir yerde para kazanacaksın, bir yerde de hayatını devam ettirmek istiyorsun. Haftanın altı gününü özel sektöre harcıyorsun. Özel sektörde yapamadığımı anladım ve siyasal süreç de çok hızlı bir şekilde devam ediyordu. Seçimler olsun, kadına karşı şiddet olsun, kadın katliamlarına karşı yapılan basın açıklamaları dahi özel sektörü rahatsız ediyordu. Çalıştığım yerin ismini vermeyeceğim ama adam şöyle demişti hatırlıyorum: “Evet biz de sizdeniz sizi anlıyorum ama bu kadar çok eylemlere gitmeseniz, yoksa yarın bir gün işinizden olursunuz”. Mesela bir eylem oluyordu ama işten çıkışın zaten asla 5’e denk gelmez, 6’yı 7’yi bulur. Eve gidiş saatin 8’i buluyor. Örnek veriyorum. Akşamleyin kadın eylemleri oluyordu onlara gidiyordum.

Türkiye’de siyasal süreç devlete tabi oldu, minimize oldu. Fotoğrafların devletin elinde, her eylem etkinlikte sen varsın. Türkiye’deki son kayyum sürecinden sonra toplu bir eyleme eskisi gibi binlerce insan gelemiyor, toplanan kişi sayısı 20’yi geçmiyor. Sen şey diyorsun bu topraklar bizim topraklarımız, bu topraklarda bize de bir yaşam verilmiş ama eyleme gittiğin zaman polisle karşı karşıya geliyorsun, sanki senden başka kimse yokmuş gibi o alanda polis seni çekiyor. Artık durumlar çok rahatsız edici hale gelmişti. Artık her gittiğim eylemden sonra, derneklere yapılan baskınlardan sonra "Bugün de beni alacaklar, bugün de ev baskını olacak" düşüncesiyle geceleri rahat uyuyamaz hale gelmiştim. Bunun da altını çizmek istiyorum. Beni Perşembe’ye Cuma’ya bağlayan gece ev baskınıyla gözaltına almışlardı. Türkiye’de kaldığım son dönemde Perşembe ve Cuma günleri asla uyuyamıyordum. "Bugün gelecekler, kapıyı hızlı bir şekilde çalacaklar, kapıyı kıracaklar, içeriye girecekler ve gözaltına alınacağım" diye uyuyamıyordum.

Avrupa’ya gelmemde başka bir neden de okuduğum bölüm. Dedim ki eğer dil öğrenirsem kendimi on yıl içinde iyi bir yerde görürüm. Kaldığım yerde tekrara düşmem. Tekrara düşmemek için de kendimi Avrupa sahasına attım. Etrafımda da bazı arkadaşlarım Avrupa’ya gitmişti. Aynı davadan yargılandığım birçok arkadaşım Avrupa’nın farklı ülkelerine geldi. Dil öğrendi. Yeni bir yaşam, yeni bir dönüm noktası yaşadılar. Yaptığın eylemler, düşüncelerin seni biraz daha ileriye götürüyor. Her bir dil, yeni öğrenilen bir dil yeni bir yerin kilit noktası, yeni bir kapının anahtarı, yeni bir başlangıcın dönüm noktası.

Türkiye'den Yunanistan’a, Yunanistan'dan İsviçre'ye

Diyarbakır’dayken pasaport yasağım kalktıktan sonra 2021’de İsveç’e vize için başvuru yaptım. Önce vize aldım fakat daha sonra hesabımdaki para yeterli görülmediği gerekçesiyle vizemi iptal ettiler. Sonra İstanbul’a geldim, bir arkadaşımla görüştüm. “Gitme fikrim var” dedim. O da “Ne zaman hazır hissedersen haberim olsun, sana yardımcı olurum” dedi. Sonra tekrar görüştük. Gitmek istediğimi söyledim. Dedi “11 Haziran’da burada ol 14’ünde seni göndereceğim”. 2022’de oluyor bu. Para konusunu da konuştuk. Yerime ulaştıktan sonra gönderebileceğimi söyledi.

Gece saat 11’de yola çıktık. Sonra beni bir köye götürdü. Yolu gösterdi. “Şuradan yürüyeceksin” dedi. Sonra bana “Üç kişi olacaksınız bu arkadaşı takip edeceksin” dedi. Bu üç kişi, hepimiz Kürttük. Gece geç vakitte, karanlıkta bir yerden duvardan atladık. Sonra da Yunanistan’a vardık. Duvarı aştıktan sonra orada başkaları ile karşılaştık. Orada bekleyen bir grup daha vardı. O grubun bir kısmı bizdendi, bir kısmı işçi olarak gelmişti, bir kısmı da cemaatten gelmişti. Bu süreçte tabi çok korktum. Tanımadığın insanlarla yola çıkıyorsun. Orada tek kadın bendim, diğerleri erkekti. Genç ve orta yaş grubuydu. Ben tabi Kürt arkadaşlara güvendim. Dedim bunlar güvenilir olmasa arkadaş beni bunlara teslim etmezdi. Bu arada cemaatten olanların dördü de Kürttü. Hepsi de böyle sözde bilimle uğraşan kişiler, akademisyenler.

Ben gitmeden önce arkadaş bana evlilik yüzüğü gibi bir şey takmamı söyledi. "Senin bekar olduğunu anlamasınlar" dedi. Ben de bir yüzük taktım. Sonra da sabaha doğru bir yerde oturduk, turistler gibi kahvemizi, çayımızı içtik, kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra karakola gittik, teslim olduk. Karakola teslim olunca telefonumuzu, her şeyimizi aldılar. Orada bizi bekleyen bir avukat vardı. Gönderen kişi avukata haber vermişti. Demişti ki “Telefonunuz açık olsun, avukat size yardımcı olacak”. Biz ilk başta zannettik ki avukat olayı yalan, inanmadık. Ama gerçekten de avukata adımızı soyadımızı vermişti.

Orada bizi bir odaya aldılar beklettiler. Parmak izlerimizi aldılar. Sonra bizi Birleşmiş Milletler Kampına götürdüler. Orada 10-15 gün kaldık. Bu kamp çok kötü bir kamptı. Yemek yok, hijyen yok, duş alma yeri berbat. Uluslararası bir kamp ama korkunç bir kamptı. Sabahları biraz domates ve peynir, akşam da bulgur ve tavuk veriyorlardı. Her akşam bulgur, tavuk. Hep aynı yemek çıkıyor. Kampta Rojavalı kadınlar, Ukraynalı kadınlar vardı, cemaatten kadınlar vardı. Rojhilatlı kadınlar. Maxmurlular, Afganlar, Afrikalılar. Bu kişiler vardı. Koşullar kötü olmasına rağmen kampa girince rahatladım çünkü Kürt kadınlarla yan yana geldim. Kendi dilimi konuşabileceğim, kendi insanlarımın olduğu yere gelince rahatladım. Orada Türkçe konuşanlar bile beni mutlu ediyordu.

Kampta kalırken bir gün bize “free” dediler, yani özgürsünüz dediler. Sonra bizi bir araba aldı. Sonra uçağa bindik, Atina’ya geldik. Atina’da otelde kaldım. Burada arkadaşlara ulaşmaya çalıştım. Sonra lisedeki mahalle arkadaşıma denk geldim. Yunanistan'da işçi olarak çalışıyor. O beni görünce şok oldu. Sonra beni Yunanistan'dan çıkardı. İlticamı Yunanistan’da açmak istemedim.

Önce İsviçre’ye uçakla geçmek için bir deneme yaptım ama geçemedim. İkinci denememde uçağa binebildim ve İsviçre’ye geldim. Arkadaşım bana bir belge verdi, onu kullandım uçağa binerken. Zürich’e geldim. Zürich’ten sonra asıl hikayem başladı. İnternetten bir arkadaşa ulaştım. "Burada hangi kampa başvurabilirim?" diye ona sordum. O da dedi "Bir yerde bekle, bir arkadaş gelecek seni alıp kampa gönderecek." Sonra arkadaş geldi, oturduk çay içtik, sohbet ettik. Sonra beni yıllar önce başvuru yapıp kaldığı kampa götürdü. Ben de o kampa başvuru yaptım. Bir gece o kampta kaldım.

Mülteci Kampında Kadın Olmak ve Mülteci Yaşamın Açmazları

O kamptan beni Basel’e gönderdiler. Üç, üç buçuk ay Basel’de kaldım. Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim gibi. Orada kaldığım yer 30 kişilik bir odaydı. Farklı dillerden, mezheplerden, görüşlerden kadınlarla beraber kaldım. Orası cezaevi gibi bir yer. Basel’den sonra da başka bir kantona geldim. İki şehrin ortasında bir kanton var, oraya geldim. Sonra Ocak 2023’te mahkemeye girdim. Mart 2023’te de oturum aldım. 1 yıldır İsviçre’deyim.

Asıl süreç oturum aldıktan sonra başlıyor. Ev bulmak, entegrasyon, dil kursu süreçleri. Bir şehirden bir şehre kursa gidiyorsun, ev aramaya başlıyorsun. Son dönemde İsviçre politikası Kürtler üzerinde zorlaşmış. Ev bulamama, ev vermeme, “Mültecilere ev vermiyorum”, “Mültecisin benim verdiğim vergilerle benim evimde oturuyorsun” diyenler var. Bir tanesi bana öyle dedi ve ben ağlayarak çıktım. Bir sürü sorun. Senden sorumlu sosyal hizmet görevlisi var. Bu görevli sen ev bulamayınca seni dağın başına, arabanın iki saatte bir geçtiği yere yerleştirmeye çalışıyor. Onun elinde kalan evler oluyor. Mesela burada kalan yaşlı insanların evleri dağ başında oluyor. Bu kişi devlete diyor ki "Bu evin kirasını size bırakıyorum." Bu evler de genelde tek odalı küçük evler. Mutfak, yatak odası hepsi bir oda. Ben gitmedim ama burada bu evlere giden arkadaşlar var. Mesela 1.5 yıldır oturum alanlar artık mecburi bu evlere gitmeye başladı. İsviçre’de şu mantık var; sana ben bakıyorum seni istediğim yere gönderirim.

İsviçre’de son zamanlarda Ukrayna’dan gelenlerden kaynaklı ev sıkıntısı çok var. Ukrayna’dan gelenler hiç kamp ortamı görmeden direkt evlere yerleştiriliyor. Türkiye’den ya da başka bir yerden gelenler ise üç ay dört ay bilemedin altı ay kamplarda kalıyor. Ukraynalılara burada farklı davranıyorlar.

Ben şimdi bir ev buldum ama tanıştığım bir Rojavalı arkadaşın eviydi. Almanya’ya Kürt gençlik festivaline gidiyordum, yolda Rojavalı bir çocukla tanıştım. Bu evden çıkacakmış, alt kiracı arıyormuş. Sen bu evden çıkarken bir arkadaşını yerine koyabiliyorsun. Sonra ben geldim evi gördüm ve hemen kendi kantonumdaki sosyal görevli ile görüştüm. O da “Ev sahibi verirse hemen tutabilirsin” dedi. Ben de evi tuttum.

Burada mültecilerle kalırken dedikodu kültürünün çok olduğunu görüyorsun. Kürdistan’da açık ve net söyleyeyim bu derece dedikoduya hiç şahit olmadım.  Kamptakileri söylüyorum. Böyle feodal sistem hala, siyasal süreçte sanki her şeyi biliyorlar, her şeyi yapabilirmişiz gibi konuşanlar. Bu, kamp çevresindeki feodalizm gölgesinde daha da ortaya çıkıyor. Buraya gettolaşmış mahallelerden gelenler de var üst sınıftan gelenler de var. Belediye başkanları var, siyasiler var, çocuklarını ülkede bırakan yaşı ilerlemiş amcalar, anneler var. Buraya artık ülkeden çok kişi geliyor. Her hafta ülkeden 180 kişi kampa giriş yapıyormuş.

Ülkede mesela siyasal süreçte bir belediye başkanıdır, belediye meclis üyesidir ya da gençlik çalışmaları yürüten insanların kamp ortamında çirkin yüzleri ile karşı karşıya gelebiliyorsun. Mesela bazıları var hayatları boyunca konformist bir hayat yaşamış, hayatı boyunca dediğim dedik olan liberaller kamp hayatına da dayanmıyor. Ben ağa ben paşa. Zannediyor ki burası hala ülke.  Hem erkekler hem de kadınlar için söylüyorum. Avrupa’da mesela şöyle bir şey ortaya çıkıyor. Kişilik bozukluğu, yalnızlaşma psikolojisi. Ülkede hayatında her şeyi yapmış etmiş hayatındaki tüm sorumluluğu yerine getirmiş insan burada onu yapamıyor, eli kolu bağlı kalıyor. Mesela ülkede iyi konumda ama burada geliyor belki restorantta çalışıyor ama saklanıyor. Ülkede bilmem neyken burada gelip bir lokantada çalışması onu çok zoruna gidiyor.

Sana kamptan bir gözlemimi daha anlatayım. Erkekler bir üst katta kalıyordu, kadınlar bir alt katta kalıyordu. Bahçede karşılaşıyoruz, kampın dışına çıkmak serbestti fakat saat gece 9’da kampta olmak zorundasın. Kampta kalıp dışarıda kaçak çalışan kişiler de vardı. Cuma’dan Pazar’a dışarıda da kalabilirsin. Hafta sonu orada tanıdığın, tanıştığın birinin ev ortamına gidip duş alıp temiz kıyafetlerini de giyebiliyorsun. Kampta kalıp sonra eve çıkan kişilerle de tanıştım. Kampta da insanlarla berabersin. Türkiye’de o kadar dedikodu ortamı göremezsin ama Avrupa sahasında bir örnek vereyim, aldığın küçük bir şey bile duyuluyor. O bunu aldı, bu bunu yaptı. Mesela perde alıyorsun, aldığın perdeyi bile herkes duyuyor. "Bu kişi bu perdeyi almış." Bir de diyelim ki bir eve davet edildin. Bunu sanki herkese söylemek zorundaymışsın gibi.

Bazen insan tanıma mevzusu bile bazılarında şüphe yaratıyor. “Sen bu kadar insanı nasıl tanıyorsun?”, “Niye bu kadar insan tanıyorsun?” söylemleri ortaya çıkarıyor. Seninle ilgili şaibeler yaratılabiliyor, yanlış bilgiler dolaşabiliyor. Ama şeyi bilmiyor, geldiğin coğrafya bir savaş coğrafyası, çalışma alanın sivil alan, birçok insanla tanışıyorsun. Bu alanda çalışınca mecburen birçok insan tanıyorsun. Birinin bir sorunu oluyor onu tanıdığın birine yönlendiriyorsun. Mesela diyelim biri buraya gelmek istiyor sen numaranı veriyorsun. Sonra bu kamplarda yanlış anlaşılıyor. Sanki sen bu işin ticaretini yapıyormuşsun gibi. İşte "Bırak insanlar Türkiye’de kalsın" anlayışındaki insanlar sana itham yapıyor.

Burada çok değişik insanlarla tanışıyorsun. Ailesiyle buraya gelip madde kullanmaya başlayıp sonra eşini dövenler de var. Mesela Türkiye’de az alkol kullanan ama buraya geldiğinde sanki özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışan, sorunlarını alkolle çözmeye çalışan insanlar var. Cinsellik konusu da böyle. Türkiye’de mesela rakı masasında sanat konuşursun, siyaset konuşursun burada insanlar iki bacak arasını konuşuyor. Kim kiminle yatıyor bunlar konuşuluyor. Mesela bir kadın bir adamla birlikte oluyor. Bir yıla yakın zaman geçiriyor, adam ortalıktan kayboluyor, adam herkesle birlikte oluyor, zannediyor ki kadın da herkesle birlikte oluyor.

Burada kadın olmak tavrını biraz korumakla da alakalı. İnce bir çizgi var. Sen o ince çizgiyi birazcık aşsan insanlar sana her türlü yaftayı yapıştırabilirler. Eğer ki kırılgan, güçsüz iraden varsa çok kötü olur. Mesela kampımızda bir kadın vardı. İki çocuğuyla gelmişti. Kadın kocasını boşamış gelmiş. Etrafında o kadar çirkin insanlar toplanmıştı ki, "Ne de olsa kocası yok mantığı." O mantıkla erkekler kadına belden aşağı bakıyor. Bizim Kürt erkeklerinde de böyle bir düşünce var ve kimse onları uyarmıyor. Bu tip adamlara "Sen bir dur, evlisin, eşin çocuğun ülkede ama burada da sulanmadığın kadın kalmadı" demiyorlar. Bazı adamlar kampa gelince burada “kaçamak” yapmak istiyor. Bir de bunlar arasında bizim yapıyı bilen, bizim arkadaşlarımızın çevresini bilen insanlar var. Ben de burada tek başına gelmiş bir kadın olarak bunlara maruz kaldım. Gecenin birinde ikisinde işte “Göz rengin ne kadar güzel” diye mesaj atmalar ya da gecenin bilmem kaçında “Sabah müsaitsen kamp çıkışı gidip bir şeyler içelim” diyenler. Hani dedim ya “ince çizgi” sen o ince çizgiyi aşarsan her zaman her şeyle karşı karşıya gelebiliyorsun.

Mesela burada kampta yaşadığım bir olayı söyleyeyim. Biri biri ile birlikte oluyor sonra diyor ki onun genital bölgesi bilmem bu kadar. Telefon görüşmesi yaparken duydum. Kendi aralarında böyle pis, iğrenç bir dille konuşuyorlardı. Kulak misafiri oldum buna. Kadına değer vermiyor yani. Değer vermediği için arkadan konuşuyor. Sen birine değer veriyorsan onun hakkında böyle konuşmazsın. Öte yandan özel yaşam dediğimiz bir çizgi var. Özel yaşamda şöyle bir gerçeklik de var insan yeri geliyor bir ağacın bir ağaca, bir karıncanın karıncaya, bir suyun suya değmesine ihtiyacı var yani cinsellik de bir ihtiyaçtır. Yani illa da feodal bir toplumdan geldiğimiz için değil. Şöyle söyleyeyim insanlar bence yaşamak istediğini yaşayabilir. Ama şunu söylüyorum, altını çizeyim. Düzgün ilişkiler çerçevesinde insanlar birbirleri ile birlikte olabilir. Mesela cinsellik konusunda eskiden daha katı olan ablalar, abiler artık bu olaya daha sıcak bakıyor. Çünkü yeni jenerasyon her şeyi ile ortaya çıkıyor. Yeni kuşak bu konuya bakışı eskiye nazaran değiştiriyor. Mesela Avrupa sahası için söyleyeyim, yeni kuşak eylemlere şort, atlet giyerek gelebiliyor. Bayraklar gene ellerinde. Bir feminist doğuş yeni bir akım ortaya çıkarıyor. Tabi dernekte şort giyemezsin. Şehitlerin fotoğrafları olduğu için kimse derneğe şortla gelmiyor. 

Bir de Avrupa’ya gelen evli çiftlerde ev içi şiddet daha yaygın. Burada Kürt bilincini yoğun yaşayan insanlar da var siyasetten uzaklaşan insanlar da var. İşte diyor "Ben ömrümü verdim", biraz da para kazanmaya yönelen bir topluluk da var. Buraya gelip pizzacı olan ya da ciddi anlamda büyük işlere girip bizden uzaklaşmış birçok insan var. 90’larda mesela Kürdistan’da her evden bir kişi katılım yapıyordu. Sonra bu ailelerden bazıları Avrupa sahasına geliyor, bu aileler de Kürt derneklerine kendi çocuklarını sokmuyorlar. Burada katılım yapar, savaşa gider diye. Böyle ailelere de denk geldim. Mesela eskiden bir daha siyasete bulaşmasın diye cezaevine girip çıkanlar zorla evlendiriliyordu. Sonra bu olay kırıldı, insanlar zorla evlendirmeyi bıraktı. Ama o zihniyet burada devam ediyor, zorla evlendiriyorlar.

Bir de Avrupa sahasında çocuklarını derneklerden uzaklaştıran ailelerin çocukları hematin mi mematin mi onun bağımlısı oluyorlar. Siyasetten uzaklaşan Kürt gençleri Avrupa sahasında buna yöneliyor ve ilerleyen süreçlerde belki bundan ölen insan sayısı da artacak. Burada mesela bir yer var orada hep Kürt gençleri ve İsviçre’nin hani nasıl desem Faslılarla birlikte bizimkiler çok içiyor ve bu ilerleyen süreçler de ikinci bir ölüm dalgası başlayabilir. 

Siyasal olarak da burada en son kimyasala ilişkin bir protesto eylemi oldu. Kürt hareketinin en yüksek katılımının olduğu tek eylem o oldu benim gördüğüm diyebilirim. Çok kalabalıktı. Diğer eylemler de kalabalık sayısı çok az. Avrupa gibi bir yerde. Burada her kantonda Kürt dernekleri var. Başına bir şey gelse gidip dernekle görüşebiliyorsun, çaylarını içebiliyorsun, sohbet edebiliyorsun.