Aşiret ile Kürt Kadınını Bir Arada Düşünmek
Makale / Lale Yalçın-Heckmann

dagkoyu
Dağ Köyü Evleri 1982, Fotoğraf: Cressida Pemberton-Pigott

1980‘lerde yaptığım sosyal antropoloji doktora araştırmasının büyük bir kısmı Kürdistan’ın bir dağ köyünde geçti. Bu köy bir aşiret bölgesi olarak bilinen bir yerdeydi, ve burada yarı-göçer küçükbaş hayvancılık ekonomisi başattı. Araştırmayı yaptığım yıllarda kaldığım dağ köylerinde genelde yol, elektrik, çeşme, su, okul, sağlık ocağı vs. gibi devlet tarafından verilen hizmetler hemen hemen hiç yoktu. Jandarma karakolu bile ancak bazı büyük köylerde vardı, bu karakollar ve köyler kış şartlarında kimi zaman yola düşen çığlar nedeniyle uzunca süre normal ulaşıma kapalı kalırdı. Bu durum 1980 askeri darbesinden sonra ve özellikle 1986 sonrası PKK gerilla örgütünün bölgede faaliyetleri nedeniyle hızla ve çok büyük oranda değişti. Bir yandan yol ve okul gibi hizmetler geldi, diğer yandan koruculuk sistemiyle köylüler yeniden silahlandırıldılar ve askeri çatışmanın içine çekildiler. Kaldığım dağ köyü 1994 yılında zorla boşaltıldı ve köy ahalisinin büyük bir kısmı ova köylerine, yakın şehirlere ve hatta İstanbul kadar uzak büyük metropollere taşındılar, yaşam tarzları, dünya ve siyasi görüşleri derin ve köklü değişti, aşiret ilişkileri de.

1980’leri anlattığım araştırmadan kaynaklanan doktora tezim 1991’de kitap olarak İngilizce yayınlandı; 2002 yılında Türkçe olarak da basıldı. Kitapta ve diğer makalelerimde bu araştırmanın çeşitli yönlerini ele aldım. Genelde Kürt olmak, bir aşirete mensup olmak, bir akraba toplumu içinde olmak ve toplumsal cinsiyet konularını  bir arada inceledim.

Bu yazıda bu odaklaşmayı biraz tekrar edeceğim ve toplumsal cinsiyetin bir Kürt aşiretinde nasıl görüldüğünü ve hayata geçirildiğini irdelemeye çalışacağım. Gözlemlerim dağ köyü-aşiret-yarı-göçer hayvan ekonomisi bağlamlarında kesiştiği kadar aile, evlilik-akrabalık ve köy içi ilişkiler konularında da yoğunlaşmıştı. Bu çerçeveyi takip ederek, bugüne ait kısmen güncellenmiş ama daha az yoğunluktaki izlenimleri de aktarmak istiyorum.

Köyde Haneler, Kadınlar ve Erkekler

Araştırma sırasında uzun süre kaldığım Oremarî aşiretine mensup köyde (ki resmi olarak mezra olarak tanımlanmıştı) 1982 yılında 24 hane vardı. Bunlardan sadece bir hane ‘yabancı’ idi; hane reisi (malxî) – karısı ve çocukları ile beraber – Irak’tan gelme Kürt idi ve köy halkı tarafından köyün imamı olarak görevlendirilmişti. Araştırmada hanelerin büyük aile olarak 1943-1983 yılları arasında kaç yıl birlikte yaşadıklarını, kaç kere bölündüklerini ve haneler bölünmeden evvel kaç nüfuslu olduklarını hesaplamıştım (Yalçın-Heckmann 2002: 360). Büyük ailelerin bir çeşidi baba ve/veya anneleriyle beraber yaşayan evli erkek çocuklar, onların eşleri ve çocukları, bunlara ilaveten evli olmayan kız ve erkek kardeşleri kapsıyordu. İkinci çeşidi evli erkek kardeşlerin aileleriyle beraber bir arada olduğu hane idi. Üçüncüsü ise evli bir erkeğin babasıyla ve/veya annesiyle ve eşi ve çocuklarıyla beraber olduğu hane idi. 1980’lere kadar olan kırk yıl içinde hanelerin yapısı nasıl değişti ve hane ne zaman, babadan ayrılma ya da erkek kardeşlerin birbirinden ayrılmasında olduğu gibi, nasıl bölündü diye bakarken,  bölünme öncesi hane büyüklüğünün en az 8 nüfuslu, en çok da 19 nüfuslu olduğunu tespit etmiştim. Hanelerin birlikte geçirdikleri süre ise en az 5, en çok da 27 yıl idi. Bu arada çok nüfuslu hanelerin bölünmede daha uzun zaman aldıklarını ilave edeyim.

Bu sayılar genel olarak o günkü yaşam koşulları içinde kadın ve erkeklerin kalabalık ve çok çocuklu hanelerde yaşadıklarını göstermekte. Yani toplumsal cinsiyet ilişkilerinin belirlenmesinde hanelerin bu kalabalık nüfusa sahip olmaları önemli bir faktördü. Hanelerin fiziki olarak da en çok üç-dört odalı olduğunu ilave edeyim. Çalışmamda detaylarını verdiğim bu dağ köyü yaşamında hane içindeki rollerin, görevlerin, ilişkilerin düzeni ve kontrolü erkek hane halkı reisinin ve onun karısının becerisine ve kişiliğine yakınen bağlıydı. Hanedeki erkek ve kadın iş gücü miktarı kadın ve erkeklerin evlenme yaşlarına tesir ederdi; mesela bir hanede az sayıda yetişkin kadın varsa, yani kadın iş gücü sınırlıysa, evdeki kızların evlenme yaşları geciktirilir, önce yetişkin oğulların eve gelin getirmesi beklenirdi. Hane içi ilişkiler hiyerarşisinde toplumsal cinsiyet gene kadın ve erkeklerin ev içi mekanları nasıl ve hangi zamanlarda kullandıklarını da etkilerdi. Kadınlar, kızlar ve çocuklar arka ve daha küçük olan odalarda yemek yer, yetişkin kadınlar karanlık mutfak gibi kullanılan yerde yemek pişirirdi. Erkekler ise geniş ve daha aydınlık olan ve misafirlerin ağırlandığı odada oturur, ama gündüz vakitleri kadınların bu odada iş yapmasına ve çocuklara bakmasına imkan vermek için evin dışında vakit gecirir, tarla ve hayvan işleriyle meşgul olurlardı. (Gündüz vakti evin içinde uzun vakit geçiren erkeklerin pısırık ve fazla aileye düşkün olduğu ima edilir, ayıplanırdı.)

Dağ Köyünde Aşiretli Olmak ve Hane İçi İlişkiler

Bu çok insanlı, değişik yaşlarda ve toplumsal cinsiyette bireylerin bir arada yaşama düzenini etkileyen bir başka faktör de aşiret sistemiyle alakalı değerler ve normlardı. Dağ köyünün günlük yaşamında aşiretli olmak dışardan ve doğrudan gözlemlenebilecek unsurları taşımıyordu. Kalabalık hanelerde günlük yaşam yaş gruplarına ve toplumsal cinsiyete göre görevleri belirliyordu: küçük kızlar kendilerinden küçük kardeşlerine göz kulak olmakla görevliydiler, ayrıca hafif ev işlerinde yetişkin kadınlara yardım ediyorlardı. 13-14 yaşından itibaren yetişkin kadınların yaptığı tüm işlere güçleri yettiği kadar yardımcıydılar; bunların arasında odun toplamaya gitmek, sırtında ot ve çalı taşımak, süt sağmaya gitmek, sütü yayıkda yağa çevirmek, tavuklara bakmak, bahçe ve yemek işlerinde yardım sayılabilinir. 12 yaşından büyük oğlan çocukları ise çobanlık dahil yetişkin erkeklere ait işlere katılabiliyorlardı; kuzu-keçi çobanlığı yapmak, ot biçmeye gitmek, katır, at, öküz gibi diğer hayvanların bakımına yardımcı olmak, yayladaki çadırda kalanlar ile köy evi arasında haberleşme, eşya getirip götürme gibi işler için görevlendirilebiliyorlardı. Kalabalık hanelerde, yapılacak işleri bölüşmek belki daha kolaydı, az nüfuslu hanelerde ise görevlerin sayısı artabiliyordu ve görevi yüklenme yaşı düşebiliyordu.

resima2
Yayla Yolunda Kadınlar 1982, Fotoğraf: Cressida Pemberton-Pigott

Ancak bunların dışında özellikle babasoylu yerleşim olan (patrilokal) ve erkeğin hanesine gelen gelinlerin aşiret kimlikleri yaptıkları işlerin niteliği ve niceliği konusunda etkili olabiliyordu. Babasoylu (patrilineal) sistemde haliyle hane halkı içindeki erkekler ve onların çocukları aynı kabile ve sülaleye mensuptular. Yani aynı aşirete ait olmaktan başka aşiret içindeki kabile ve sülale bölünmelerine göre aynı kabile ve sülaleye (Kürtçesi mal) mensuptular. Evlilikle haneye dahil olmuş kadınların şahsiyetleri kadar, bunların kabile ve sülaleleri, ve bu birimlerin aşiret içindeki hiyerarşideki konumları, bu kadınların hane içindeki statülerine de tesir edebiliyordu. Örneğin, erkek hane halkı reisinin eşi olan kadın saygın bir kabile ve sülaleden geliyorsa, hanedeki konumu buna bağlı olarak saygın olabiliyordu. Gene kadınlar arasında klasik gelin-kaynana çelişkisi bu iki kadının hangi kabile ve sülalelerden geldiğine orantılı olarak değişebiliyordu.

resima3
Yaylada Süt Sağan Kadınlar 1982, Fotoğraf: Cressida Pemberton-Pigott

Dağ Köyünde Aşiretli Olmak ve Evlilik Stratejileri

Evlilik stratejileri hane halkının yapısını, iş gücünü ve bölümünü, saygınlık derecesini ve  konumunu, namını belirleyen ve bunlardan etkilenen pratiklerdi; ayrıca bu stratejiler aşiret içi ve aşiretler arası ilişkilere de özellikle hem tesir eder, hem de bu ilişkilerden etkilenirdi.

Kitapta anlattığım bir örnek olayda aşiretin saygın bir kabilesine mensup olan kadın hane halkı reisi (Kürtçesi kabanî) o zamanki eşiyle olan evliliğini bu kabilenin saygınlığına ve ikincil olarak da ilk eşi tarafından kaçırılarak evlenmiş olmasına borçluydu. Benim köyde olduğum zamandaki kocası kendisinden yaşça küçüktü, ama ilk eşinin erkek kardeşiydi, onla evlenmek için onun büyümesini beklemek zorunda kaldığını bana gülerek anlatmıştı. İlk eşinin ve şimdiki eşinin babası köyün muhtarıydı ve saygın kişisiydi. İlk eşi onu ikinci eş olarak kaçırıp evlenmişti ama çocukları olmamıştı. İlk eşi çok genç yaşta kaza sonucu vefat edince bu ikinci gelin muhtar kayınpederinin hanesinde kalmış, ilk kadın eş (başka bir aşirete mensup olan eş) geri gönderilmiş, ilk eşten olan oğlan çocuk ise dedesinin hanesinde kalmış ve ikinci eş (üvey anne) tarafından bakılmıştı. İkinci eş de daha sonra ölen erkeğin erkek kardeşi ile evlendirilmişti (ki bu antropoloji literatüründe ‘eşin miras kalması’ olarak geçer).

Söz konusu olan kadın hane halkı reisi, ikinci evliliğinden olan büyük oğlunun eşiyle, yani büyük geliniyle geçinemiyordu. Ama büyük gelin hanenin mensup olduğu ve köyde sayıca kalabalık olan bir sülaleye mensup olduğu için, ve gelinin babasıyla erkek hane halkı reisi (yani kayınpederi) ayrıca yakın dost olduklarından, gelin direnç gösterebiliyor, kaynananın baskısına karşı çıkarak, arada sırada ‘ziz bu’ olup, yani küsüp baba evine geri dönüp, kaynanaya olan direncini ve muhalefetini köye ilan edebiliyordu. Bu sülaleleler arası anlaşmazlık göstergesi olabilir diye baba evine dönen gelin gönlü alınarak yeniden eşinin yanına geri getiriliyordu. Aşiret hiyerarşisinde daha düşük statülü bir sülale ya da kabileden geliyor olsa idi, bu direnme stratejisini gösteremiyebilirdi. Ya da hane halkı reisi bu sık sık evi terk edip giden gelini hemen geri getirmek için fazla çaba göstermeyebilirdi. Bu örnek olaydan da aşiret mensubu olmanın ve aşiret içindeki hiyerarşinin kadınlara evlenip göçtükleri hanede destek verebilecek bir unsur olduğu sonucunu çıkarmıştım.

Benim köyde kaldığım yıllarda başka aşiretten evlilik yoktu, yani tam bir aşiret içi endogami vardı. Ancak en yakın mezrada gene Oremarî aşiretine mensup ve varlıklı ve orta yaşlarda bir adamın ikinci bir kadınla evlenmesi ve bu kadının başka bir aşiretten hem de dul olması köyde epey konuşulmuştu. Burda kadının hem başka aşiretten olması, hem dul olması, hem de ikinci kadın olarak evlenmeye razı olması (birinci eşin buna rızası olduğu iddia ediliyordu) köydeki kadın ve erkekler arasında epey tartışılmıştı. Tartışma konusu sadece aşiretler arası evlilik değildi; ikinci eş olarak (yani çok eşli) evlenme de aşiret içinde tasvip edilmiyordu, özellikle kadınlar tarafından.

Bir aşirete mensup olmak evlilik stratejilerine özellikle tesir ediyordu. Aşiretler arası evlilikler benim kaldığım bölgede yok denecek kadar azdı ve olduğunda bu evlilikler genelde birbirine politik ve sosyal olarak ‘yakın’ olarak bilinen aşiretlerleydi. Bu aşiretler hiyerarşisini kitapta uzunca ele aldım. Ancak o günün şartları ve yaşam koşulları açısından başka aşiretten evlenme de söz konusu olabiliyordu. Evlenecek eşi seçerken aşiret içinden de olsa, erkek ve kadının kişilikleri, ailelerin namı, varlıklı olması ve saygınlığı, evlenecek kadın ve erkeğin dağ köyündeki yaşam ve ekonomiye uyumlulukları, bir de hanelerin güttüğü akrabalar arası dayanışma stratejileri önemliydi. Bu faktörler aşiretli olmayanların da genelde kayda aldığı faktörlerdi. Mesela – aşiretli olsun, olmasın – dağ köyünden olmayan bir genç kadın, dağ köyünün çalışma ve yaşam şartları daha zor olduğu için, aynı aşiretten de olsa bu evliliğe kolay rıza göstermezdi. Hatta ova köyünden dağ köyüne evlilik bile zor kabul edilen bir evlilikti.

Aşiretli olmak ve aşiretlerin birbirleriyle ya da kendi içlerindeki kabilelerin birbiriyle ilişkileri gene de başka bir düzeyde evlilik stratejilerine tesir ediyordu. Eğer bazı haneler kendi aşiretlerine ait otlatma ve ot biçme yörelerini birlikte kullanıyorlarsa, aralarında yaptıkları evliliklerle bu otlatma ilişkilerini pekiştirme imkânı bulabiliyorlardı. Hatta aşiret dışı kişiler de bu otlatma ilişkilerini sağlamlaştırmak için beraber kamp yaptıkları hanelerden birinin kızlarıyla evlenmeyi seçebiliyorlardı. Bu şart değildi, ama ilişkilerin derinleştirilmesine yardımcı bir unsurdu evlilik yolu ile birbirine hısım olmak.

resima4
Birbiriyle Değiştirilen İki Gelin Kız 1982, Fotoğraf: Cressida Pemberton-Pigott

Bu gibi nedenler evlenen kadın ve erkeklerin birey olarak kendilerine eş seçimlerine tesir ediyordu mutlaka. Bu bireysel seçimin aşiret, kabile, hane ve ailenin çıkarlarına bağlanması günümüzde çok daha az kabul edilebilecek bir olgu. Şimdilerde tanıdığım genç aşiretliler, kendi seçtiklerinin dışında biriyle evlenmeye hemen hiç razı değiller gibi. Bu konuda ortaya çıkan çatışmayı iyi tanıdığım bir ailede gözlemledim. Bugün kırk yaşlarında olan ağabey, kendisinden çok daha genç olan ve (sekiz kız kardeş arasında) sonuncu kız kardeşinin istediği erkekle (aynı aşiretten ve akraba olmasına rağmen) evlenmesine razı değildi. Nedenlerinden biri kendisinin de kendi seçtiği kadınla (eşi aynı aşiretten ve akrabası) evlenmediğiydi; bu seçimin hem kendi küçüğü hem de kız kardeşi tarafından yapılabilmesine içerlemişti. Kız kardeş direndi, sonunda dediğini yaptı ve istediğiyle evlendi. Bu ‘kendi seçimini yapma’ fikri önceki yıllarda da vardı, ama günümüzde olduğu kadar kuvvetli vurgulanamıyordu haliyle.

Son olarak aşiretli olmanın başlık parası ödeme ve kız kaçırmayla olan alakasına değinmek istiyorum. Kitapta anlattığım gibi başlık parası ödeme ve kız kaçırma olayları araştırma yaptığım tarihlerde bile ‘sansasyonal’ denebilecek, kamunun ilgisini çeken olaylardı. Bu pratikler sonraki yıllarda bence (hatalı olarak) aşiretlilik olgusuyla eş anlamda düşünülen bir fenomen haline geldi. Öyle ki aşiret denilince yüksek hatta astronomik başlık parası ya da kız kaçırma zorbalığı akla gelir oldu.

Başlık parası 1980’lerde Oremarî aşireti içindeki evliliklerde ödenmiyordu. Ancak diğer aşiretten bir kadınla evlenilirse bunun söz konusu olduğu söylenirdi. Ayrıca aşiret içi ve yakın akraba evliliklerinde evlenen kızlara gösterişli çeyiz verme âdeti de yoktu. (Kızlar zaten genelde ayrı bir eve çıkmaz, evlendiği erkeğin babasının evine giderdi ve orda çeyiz eşyalarını koyacak kendine ait odası olma ihtimali dağ köylerinde yoktu.) Son yıllarda izlediğim ve duyduğum düğün anlatımlarına göre, bu âdet, yani çeyiz verme ve düğünde yüksek kıymette ziynet ve para takma âdetleri 1980 sonralarında gelişmiş olmalı. Son yılların düğünlerinde aşiret içinden evlenilsin evlenilmesin, geline gösterişli altın takmak şart olmuş gibi. Her ne kadar bu altınların ‘ödünç’ alınıp geri verildiği söylentileri olsa da. Gene de geline altın takma başlık parası olarak görülmüyor, daha ziyade evlenenlere hediye ve onurlandırma gibi algılanıyor.

Kız kaçırma konusu ise araştırma yıllarında gene çok konuşulan ve uygulanan bir pratikti. Aşiret içi kız kaçırmalarda haneler, sülaleler ya da kabileler arası çatışmanın önlenmesi için aracılar kullanılır, hatta silahlı çatışma olsa bile – anlatıya göre – havaya silah sıkılırmış. Kaldığım köyde kaçırılarak evlenmiş kadın çoktu ama bunlardan hemen hepsi kaçırılmadan sonra evlenmeye razı olmuş görünüyorlardı. Hatta kaçırılmadan ziyade birlikte kaçtıkları söylenirdi, yani kaçırılma süsü verilmişti ama kaçırılan kız gönüllüydü, kendi isteğiyle kaçmıştı. Bu iki tanım arasındaki farklılık bazen belirsizdi; ancak anlatılan eski kaçırma olaylarından biri, özellikle kaçırılan kızın ve ailesinin kesin muhalefeti nedeniyle evlilikle sonlanmamıştı. Genel söylemin aksine kaçırma sırasında zor kullanılan kızın ‘safiyeti’ bozulmamıştı ve namusuna leke gelmemişti (ki genelde Şafii inançlı köylüler birbirine mahrem olan kadın ve erkeğin elleri bile birbirine değse, abdest bozulduğunu söylerlerdi). Kaçırılan kız geri getirilmiş ve sonradan amcaoğlu ile evlenmişti, gene de bu kaçırmayı gerçekleştiren erkeğin hanesi ile süregelen bir ‘kontrollü düşmanlık’ söz konusu idi. (Amcaoğlu-amcakızı evlilikleri çok sık görülürdü.)

Kitabımda kaçma, kaçırılma, birlikte kaçma konularını epey irdelemiş ve bu stratejilerin aşiret içindeki haneler, sülale ve kabileler arasındaki ilişkilere etkisini yorumlamaya çalışmıştım. Bu hikâyelerde kadının sözünün ve sesinin nasıl zaman zaman arka plana bırakılabildiğini, ama yukarda anlattığım son örnekte olduğu gibi kaçırılan kızın sözüne önem ve öncelik verildiği vakalar da olduğuna işaret etmiştim. Şüphesiz kız kaçırma ve kullanılan zorbalık patriyarkal sistemin bir parçasıydı ama bu sistemin kadına olan tesiri genelde aşiret içi ilişkilerde ikincil olarak düşünülürdü. Yani kaçırılma olayı aşiret içinde ilişkileri bozacak bir olay ise, karşı çıkılır ve kimi zaman kaçırılan kadın geri getirilir ama aşiret içi ilişkileri fazla zorlamıyorsa, yapılan itiraz göstermelik kalırdı (çatışmada havaya silah sıkmak gibi). Kaçırılan kızın ailesine kimi zaman çatışmayı sonlandırmak için erkek tarafının ailesi ya da akrabalarından bir kız, ‘değişme’, teklif edilebiliyordu. Böyle bir olayı duyduğum zaman ‘teklif edilen’ kızın daha çocuk yaşta olduğunu öğrenince tepki göstermiştim ama köydeki erkekler gösterdiğim tepkiyi görmezden gelmişlerdi. Sonradan öğrendiğim kadarıyla tepkimi ifade ettiğim bu erkeklerin hemen hepsi evlendikleri kadınları kaçırmışlardı!

Kız kaçırma konusunda son olarak belki şöyle bir noktaya vurgu yapabilirim: bu kesinlikle erkek egemenliğini gösteren ve pekiştirmeyi hedefleyen bir pratik. Ama sadece aşiretli gruplarda görülmemekte. Aşiret içinde kız kaçırma gruplar arası ilişkileri etkileyeceği ve dayanışma mekanizmalarına olumsuz tesir edebileceği için aşiretli bir kızın kaçırılmasına daha geniş bir erkek ve kadın grubu tepki gösterirdi. Bu nedenle kadın daha etkin ve geniş bir koruma altındaydı diye düşünülebilinir. Aşiretli olmayan gruplarda kız kaçırmanın sonucu geniş bir grubu etkilemeyeceği için kızın kaçırılmasına engel olmak ya da kaçırılmasından sonra çözüm bulmak daha az sayıda insanın meselesi, yani baba ve erkek kardeşleri etkiler ama onun dışında illa da amcaları, amca çocuklarını vb. etkileyen bir mesele olmazdı. Her halükarda kız kaçırma olayında erkeklerin birbirlerinin statülerine meydan okumaları konusu ön plandaydı; eğer kaçırılan kızın ailesi nüfuzlu ve varlıklı bir aile ise, bu meydan okuma o derecede büyük olurdu. Bu konuda aşiret içi ya da dışı büyük bir farktan söz edilemez. Aşiret ağasının kızının bir başka aşiretli erkek (ya da aşiretsiz biri) tarafından kaçırılması hem böyle bir meydan okuma gibi yorumlanabilirdi, hem de aşiretler arası çatışmaya yol açacak bir olay olarak büyüyebilirdi. O nedenle bu tip olayları çok boyutlu ele almak ve yorumlamak ve toplumsal cinsiyetin diğer sosyolojik faktörlerle eklemlenişini düşünmek gerekir.

Aşiretli kadınların mirasla olan ilişkilerine geçmeden evvel son olarak, ilk başta sözünü ettiğim kalabalık hanelerde ve aynı aşiretin içinden evlenmelerle ortaya çıkan karmaşık ve yoğun kan akrabalığı-hısımlık ilişkileri kümesi içinde aynı dağ köyünde yaşayan kız kardeşlere de değinmek istiyorum. Kitapta bu kadınların ilişkilerini şöyle aktarmıştım:

“Kız kardeşler, özellikle kendi hısım hanelerindeki [yani evlenip geldikleri hanelerde] statüleri yüksekse (örneğin kabani iseler ya da büyük gelin iseler), birbirleriyle yakın ilişki içinde olabilirler, (diğer evli kadınlara kıyasla) birbirlerine özgürce gidebilirler, dedikodu yaparlar, birbirlerine öğütler verirler ya da yardım ederler. Kız kardeşler birbirlerinin düğünlerine, mevlitlerine ve bayramlarına katılır. Yas törenleri, kız kardeşler arasındaki dayanışmayı ve duygudaşlığı göstermek açısından özellikle önemlidir. Eğer kadının kocası ya da çocuğu ölürse, kız kardeşi baş ağıtçı kabul edilir. Baş ağıtçılığı diğer ağıtçılardan ayıran şey, en yakını olan akraba ve hısımlarının, üzüntülerini belirtmenin bir yolu olarak daha çok ağlamaları ve ağlarken kendisini daha çok kaybetmeleri, daha uzun bir süre yıkanmamaları ya da temizlenmemeleri, kız kardeşin hanesine en az bir ay boyunca yemek pişirmekte yardım etmeleri ve başka köylerden ve kasabalardan baş sağlığına gelen konukları ağırlamalarıdır.” (Yalçın-Heckmann 2002: 276)

Burada vurgulamak istediğim bu tip ilişkilerin yoğun olduğu ve birbiriyle kız kardeşlik bağı bulunan kadınların çok olduğu bir yerleşimde kadınların sosyal yaşamda ne kadar faal ve önemli olabileceklerine dikkati çekmekti. Yani kadınlar evlenip yerleştikleri hanelerde sadece kocanın, kaynananın ya da kayınpederin kimliğine, statüsüne ve ilişkilerine indirgenemeyecek sosyal kapitale sahiptiler, kendi kimliklerini toplum içinde geliştirmeye ve söz sahibi olmaya ve dayanışma ağları geliştirmeye imkânları vardı. Bu imkânlar ne kadar aşiretli (ve aynı aşiretten) olmadan kaynaklanıyordu, ya da ne kadar bunca yoğun ve karmaşık akrabalık ilişkileri olmasına bağlıydı bu konuda kesin bir çıkarsama yapmak zor. Ancak aşiret içi evlenmelerle akrabalık bağları katmanlaşıyor ve derinleşiyordu; bu akrabalık bağları olmadan ve yüz yüze günlük ilişkiler içinde olmadan aşiret bağlarının devamlılığını farz etmek bence güç. Bu konuya aşağıda geri döneceğim.

Veraset, Kadınlar ve Aşiretler

Aşiretli kadınların verasetle ilgili konumlarını ve haklarını kitapta uzunca ele almıştım. Geleneksel aşiret sisteminde yayla kullanım hakları ve mülkiyet babadan oğullara babasoylu miras sistemine uygun olarak miras kalırdı. Kitapta şöyle yazmıştım: “Geleneksel aşiret âdetleri kadınları varis kabul etmez. Buna karşın, şer’i hukuktaki ya da medeni kanundaki gibi başka veraset sistemlerinin varlığı nedeniyle aşiret sistemiyle uzlaşmayan ve çelişen birçok farklı uygulamaya rastlanır. [Bunlar] köy hanelerindeki ya da bunlar arasındaki üretim ve tüketimin örgütlenmesine dair biçimler, yaşa, toplumsal cinsiyet rolüne ve akrabalık konumuna göre yapılan hiyerarşik sıralamayı yansıtır. Eşitlik, kişisel ve dini onur fikirleriyle bireysel ya da grup çıkarlarının çatışmasını, hane fertlerinin arasındaki sosyal ilişkilerin yoğunluğunu ve biçimlerini etkiler.” (Yalçın-Heckmann 2002: 274)

Başka bir deyişle, kadınlar aşiret âdetlerine göre taşınılmaz varlığa (toprak ve ev gibi) varis olamazlardı. Küçükbaş hayvanların evlilikte hediye ya da başlık parası gibi verildiği olurdu ama bu da miras olarak yorumlanmazdı ve kadının şahsi mülkü olarak algılanmazdı, her ne kadar kadına bu yolla bir kız kardeş payı verildiği iddia edilse de. Bu durumu karmaşıklaştıran iki ilave miras sisteminin de varlığıydı. Biri şeriata göre bölüşüm, diğeri de medeni kanuna göre miras bölüşümü. Bu iki sistem de o vakitlerde bilinirdi, ama şeriat sistemine göre bölüşüm daha ciddiye alınır ve konuşulurdu, her ne kadar tam uygulanmasa da. Medeni kanuna göre bölüşümde kadınların da eş, kız çocuğu ya da kız kardeş olarak mirasta hakları olması bir iki olayla konuşulmuştu. Aşirete ait başka bir köyde belirli tarlalara miras hakkı olduğunu iddia eden bir iki orta yaşlı kadının bu hak iddiasını kendi başlarına değil, koca ve oğullarının teşviki ya da baskısı altında yaptığı söylenmiş ve kadınların toprakta hak iddia etmesini engellemeyen koca ya da oğulları (ki bu aşiret içinde erkek egemen toprak mülkiyeti sistemine tesir ediyordu) pısırıklık ya da fırsatçılıkla suçlanmıştı. Buna benzer kadınlar yoluyla miras kalan topraklar üzerinde yeni bir hak iddiasının gene aşiret içinde konuşulduğuna son yıllarda da şahit oldum. Sanırım bu tip hak iddia etmeler kadınlar vasıtasıyla toprak mülkiyetini garantilemek isteyen ve aşiret içi ilişkilerden fazla medet ummayan erkekler tarafından da desteklenmekte ve bu nedenle daha sık ortaya çıkmakta.

Diğer taraftan o vakitler aşiret yapısı içinde idare edilen ortak yaylalar ve ot biçme alanları bugün artık aşiretin kendi geleneksel idaresinde değil, Türk devleti tarafından güvenlik bölgeleri ve savaş idaresi yönetimi altında. (Yaylaların bir kısmı halen ve yeniden küçükbaş hayvanları otlatmak için askeri idarenin izniyle kullanılmakta. Bu yaylalara süt sağmaya giden aşiretli ve şimdi ova köylerinde yaşayan bir avuç kadın her gün kamyonla yaylaya sabah gidip akşam dönerken kimliklerini karakollara sabah bırakıp akşam almakta.)  Bu nedenle yayla, ot biçme arazisi vs. tipi topraklar değil, ev ve ovadaki tarlalar ya da hayvan gibi malların bölüşülmesinde kadınları da kapsayan bir takım yeni usuller ve aşiret ötesi miras bölüşümü uygulamalarının ortaya çıkması beklenebilinir. Bunlar araştırılması gereken gelişmeler şüphesiz.

Dağ Köyünde Aşiretlilik ve Sözlü Tarih

Aşiretli kadınların evlilik stratejileri, hane içindeki roller ve iş bölümü dışında aşiret yaşamına aşiretin tarihini, özellikle çatışma ve anlaşmaları sözlü tarih olarak hatırlama ve aktarma konusunda da rolleri vardı. Bu rol genelde yaşlı veya yetişkin, şahsiyetli ve saygın kadınlar tarafından üstlenilirdi. Köyde kaldığım sürede tesadüfen öğrendiğim ve daha evvel kabileler arasında ortaya çıkmış bir çatışma hakkında bilgi almaya çalışmıştım. Bu çatışma hakkında konuşmaya yetişkin erkekler pek gönüllü değildiler, benim dikkatli sorularımı başlarından savıyorlardı. Ancak çatışmanın yeniden ve başka bir olaya bağlı olarak alevlenmesinden sonra, yaşlı kadınlardan biri bana yalnızken bu uzun süren çatışmanın kabileler arasında nasıl geliştiğini (bildiğim kadarıyla oldukça detaylı ve eleştirel) anlatmıştı ve ben bu konuşmadan sonra aşiret tarihinin kadınlar tarafından bilinmesinin boyutları hakkındaki fikirlerimi değiştirmiştim. Sonuçta kadınlar aşiretle ilgili bilgilerini erkeklerin olduğu ortamda aktarmıyorlardı, her ne kadar kendi aralarında ve hane içinde bilgilerini kullansalar ve geliştirseler de. Erkeklerin hâkim oldukları kamusal alanda kadınların bilgileri genelde ‘yok’ sayılıyordu, çatışma anında ve ortamında bu bilgiler mobilize edilse ve dillendirilse bile.

resima5
Günümüzde Aşiretli Gelin 2022, Fotoğraf: Semra Sürücüoğlu.

Günümüzde Aşiretli Kadınlar

Bu konudaki gözlemlerim genelde yüzeysel ve pek sistematik de değil. Dağ köyünden tanıdığım ve şimdi daha genç kuşakların hâkim olduğu haneler ve onların yaşamları ve ilişkileriyle kısıtlı. Son yıllarda bazı aileleri İstanbul’da ve kaldıkları ova köyünde birkaç kez ziyaret ettim, kimi hikâyelerini dinledim. Bu izlenimlerden çıkarak aşiret ve akrabalık hakkında şu noktaları vurgulayabilirim.

Kürt toplumundaki aşiret sistemi ve yapıları Kürt siyasi hareketinin ve Türk siyasetinin de öznesiydi, bu eğilim devam etmekte. Bu siyasi söylemler içinde stereo-tiplemeler, yakıştırmalar, asılsız genellemeler çok. Kürt siyasi hareketi içinde aşiret hala feodal yapıyla ilişkilendirilmekte, Türk sol siyasi söylemi de bu görüşü pekiştirmekte. Bir yandan da aşiret sistemi militarist uygulamalarda kullanılmakta ve özellikle koruculuk sisteminin bel kemiği gibi görülmekte. Yani aşiret sistemi içindeki militarist, baskıcı, bağlayıcı ve erkek hâkim olan yönler genel söylemin içinde çok vurgulanan ve bilinen öğeler.

Aşiret sistemi özellikle dağ köylerinin göçürülmesi, yaylaların kullanımının kısıtlanması ya da yasaklanması, aşiret köylülerinin değişik yerlere ve hemen her yöreye göç etmeleri, hayvancılık ekonomisin hemen hemen sıfırlanması sonucunda ne gibi değişikliklere uğramış olabilir, bunların sistematik incelenmesi bence pek yok. Gene de aşiret sisteminin bir transformasyondan geçtiğini söyleyebiliriz. Türk devleti siyaseti içerisinde ve Kürt hareketi içerisinde tam açık bir şekilde ifade edilmese de aşiretlerin ortak bir şekilde karar verip hareket ettikleri farz edilmekte. Bu belirli partilere oy verme şeklinde anlaşılıyor genelde. Bu ne kadar doğru tam bilemiyoruz, ama aşiretlerin kuvvetli olduğu düşünülen yörelerde belirli partilere destek verilmesi bu sava kanıt olarak gösterilmekte.

Peki, aşiretin iç ilişkileri, mülkiyetle, üretimle ve iş bölümüyle ilgili ilişkileri nasıl değişti? Bu ilişkiler ve değişimler kadınlara nasıl tesir etmekte? Bu sorulara detaylı cevap vermek zor. Kadınların dışarıya kapalı ve kendine yeterli dağ köyü hayatından çok daha Türk devletinin varlığının ve Kürt siyasi hareketinin hareketliliğinin hissedildiği ova köylerine gelmiş olmaları mutlaka iç ilişkilerinde değişimler meydana getirmiştir. Bir kere aynı kabileye mensup haneler artık toplu yaşamıyorlar, birkaç ova köyüne ve şehrin mahallelerine dağılmış vaziyetteler. Birbirleriyle sık ve yoğun ilişki halinde olanların sayısı azalmış olmalı, her ne kadar düğün ve yas gibi nedenlerle bu ilişkiler canlı tutulsa da.

Diğer önemli gelişme ova köylerine ve şehre göçlerle 1980’lerde çocuk yaşta olan kuşaktan sonra gelenlerin hemen hepsi kız-erkek eğitim almış ve Türkçe öğrenmiş durumda. Hatta bu kuşağın bir kısmı yüksek eğitim için büyük şehirlere gitmiş ve meslek edinmişler, bazıları Hakkâri’de, bazıları başka şehirlerde görevlerdeler. Hayvancılıkla uğraşan hanelerin sayısı çok azalmış ve azalmaya devam etmekte. Bugün 20-30 yaşlarında olan genç kuşak içerisinde hayvancılıkla geçinmeyi düşünen erkeklerin sayısı sanırım çok düşüktür ama kadınlar arasında da hayvancılık ekonomisinin işlerini yapmayı bilen ve isteyen genç kadınların sayısı da azalmakta. Bana genel aktarılan söylem, “hayvancılık ve yayla ekonomisi bitti” idi. Hatta dağ köyüne yeniden dönme imkânı olsa bile orda devamlı yaşamak istenmediği, yazları gidilen yayla evi olabileceği ve belki yazları yaylaya gönderilen hayvan sürüleri olabileceği konuşuluyordu. Ama bu fikirler arasında kaç genç erkeğin çobanlık yapacağı konusu da şüpheyle ifade ediliyordu. Yani şehirleşme, eğitimle yaşanan sosyal ve ekonomik hareketlilik, kapitalist ekonominin getirdiği değer ve imkânları içselleştirme süreçleri açıkça gözlemlenebilir.

Bunun yanında aşiretlilik olgusu gene de akrabalık ilişkilerinin yumağında bir ek unsur gibi. Aşiret içi evlenmeler kısmen devam ediyor, belki bundan kırk yıl evvelindeki kadar yoğun olmasa da. Birbirine yakın oturma akrabalık bağlarının sürekliliğine katkıda bulunuyor. Uzaktaki aşiretli ve akrabalar ancak yaz aylarında tatilde, bayramlarda, düğünlerde ve yaslarda birbirini görme imkânını buluyor. Aynı aşiretten olmak kimliğin bir katmanı ama belki en önemli katmanı değil. Eğitilmiş ve meslek sahibi aşiretliler bu bağları ‘geri kalmışlık’ diye düşünebilirler; ya da ‘tarihsel bağlar ama günümüzde önemli değil’ şeklinde yorumlayabilirler. İlginç olan, bir aşirete mensup olmanın belirli bir mekân ve tarihe olan bağ gibi düşünülmesinin devam etmesi ve bu bağın Kürt kimliğiyle katmanlaşması. Kürt olmak önemli olabilir ama bu kimliğe aşiretli kimlik bir kanıt olarak destek verebilir ve tarihi kaynak olabilir. Bu yorumlamaya Kürt tarihi ve kültürü çalışmaları yapan kurumlarda rastlamak mümkün. Aşiretli olup belirli köylerde yaylalarda çocukken yaşamış olmak, belirli bir sözlü kültürü öğrenmiş olmaya imkân vermesiyle birlikte düşünülmekte. Bu yolla kadınların bu ‘eski’ sayılan aşiret-yayla-köy ortamındaki rolleri, işleri, sözleri ve hayatları Kürt folklorunun öğeleri olarak yeniden düşünülmekte, hatta değerlendirilmekte ve yüceltilmekte. Kürt kadın dengbêjler üzerine yapılan çalışmalarda kadın dengbêjlerin bu ‘eski’ sayılan tarihi nasıl ilham ve bilgi kaynağı olarak gördükleri ve kullandıkları örneklerine rastlayabiliyoruz.

Özetle, aşiretli kadınlar Kürt toplumu içinde halen ikircikli bir kimliğe sahip durumda. Aşiretlilik, yoğun akrabalık ilişkilerinin olduğu ortamda vurgulanmasa da karmaşık akrabalık ilişkileri adı altında süregelmekte. Aşiretlilik, siyasi söylemde ise olumsuz bir konumdadır. Kürt hareketi içinde kadınlar aşiretli kadın olarak ön planda değiller. Aşiretli olmak, kültürel söylemde folklorik öğe olarak tanımlanıp tarihi bir çerçeveye oturtulmaya çalışılıyor. O zaman aşiretli kadını daha folklorik bir öğe olarak kıyafetleriyle, eski maddi kültürün eşyalarıyla birlikte olumlu ve Kürt kültürü temsilcisi olarak düşünmek mümkün. Bu ne kadar günümüz realitesini yansıtıyor, bu soruya ancak ciddi ve derinlemesine araştırmalarla cevap bulabiliriz.

Teşekkür: Bu yazıyı eleştirel gözle okuyup düzeltme ve önerilerde bulunan sevgili Handan Çağlayan’a teşekkür ederim. Oremarî aşiretinden dostlara teşekkürlerim her zaman baki. Hatalardan sadece ben sorumluyum.

Kaynakça

Yalçın-Heckmann, Lale. 2002. Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri, İstanbul: İletişim Yayınları.