Feminist Hareketin Gelişimi ve Kadın Özgürlük Paradigmasındaki Yeri
Makale / Hêja Zerya

whatsapp_image_2023-11-03_at_17.09.56
Kadının eşitlik ve özgürlük sorununu tanımlama, çözüm yol ve yöntemini belirleme feminist hareketin teorik ve pratik mücadele alanını oluşturmaktadır. Kadının ezilmesi, sömürülmesi ve bu durumdan kurtulma arayışına yön vermek isteyen feminist ideoloji ve hareketin tarihi geçmişi Fransız Devrimi’ne uzanmaktadır. Kapitalist sistem ve sömürünün adım adım örgütlendiği, ulus-devletin temellerini attığı süreçte cadı avları ile gerçekleştirdiği kadın kırımı sistemin karakterini ortaya koyar. Bu kırım yüzyıllar boyu din ve devlet adına sürdürülen saldırılara karşı farklı yol ve yöntemlerle direnen kadın damarını kesmeyi amaçlayan planlı ve sistematik saldırıların devamı olarak sürdürülür. Doğa, toplum ve kadın bağını, yaşam savunusunu sürdüren kadın bilgisi çalınarak pozitivist bilimciliğin altyapısı örülür.

Bilim, siyaset, din, felsefe yeni kurulan ulus-devletin hizmetine sunularak, kadın ve yaşamla bağı koparılarak iktidar çıkarlarına göre içerik kazanır. Akıl ve aydınlanma çağının düşünür ve öncüleri kadının doğaya bağlı duygu yüklü zekasını bir kenara iter. Aristo-Platon’un damgasını vurduğu Batı felsefesi kadının duygu-sezgi ve akıl gücünü küçümser ve toplumsal yaşam alanlarının dışına iter. Akılcılık ve aydınlanma süreci kapitalist sistem ve ulus-devletin temelini örerken kadını aklı eksik, duygusal olduğu için siyasetten uzak durması gereken olarak tanımlanır.

Atina devletçiliğinde de kadın yurttaştan sayılmaz; köleler, yabancılar yani göçmenler ve kadınlar kutsanan Atina’nın emeği görünmeyen, hesaplanmayan hizmetçileridir. Şahlanan kapitalizm dönemi de aynı zihniyet ve felsefenin devamı olarak kadını aile tarifi içinde eriterek yok sayar. Fransız Devrimi’nin zihniyet öncüleri kadını siyasete aklı yetmeyen, aile, erkek ve devlete hizmet etmesi gereken, çocuklarının anası olarak tanımlar. Bol çocuk doğurarak erkek devleti, iktidarı besleyen çocuk doğurma makinesine indirgenen hizmetçi konumundadır. Kadının insan olup olmadığı tartışmalarına yön veren Orta Çağ zihniyet kalıpları kapitalizmin harcına aktarılan erkek egemen genler olarak derinleşen sömürünün kaynağı olur.

Fransız Devrimi’ne aktif katılan kadınların büyük itirazı kadının insan haklarının tanımlanmamasınadır. Halkların ve kadınların eşitlik, özgürlük, kardeşlik temelli mücadelesi burjuvazinin ve kapitalist sistemin çıkarlarına kurban edilirken kadın yok sayılan olmaya devam eder. Olympe De Gouges şahsında siyaset hakkının radikal savunusu giyotinle cezalandırılarak tüm kadınlara gözdağı verilir. Bu dönemin Avrupa ve Amerika’sında kadınların siyaset hakkı başta olmak üzere eğitim, çalışma, mülkiyet vb. haklarını gündemleştiren mücadeleler gelişir. Kadın aklının ve yeteneğinin erkekten eksik olmadığı, fırsat eşitliği sağlanmadığı için geri bıraktırıldığı düşünce ve mücadelesinin öne çıktığı bir dönemdir.

Liberal aydınlanmacı düşüncenin etkisinin yoğun olduğu çıkış dönemlerinde feminist hareketin gündemi erkekle eşit haklara sahip olmayı içerir. Bu yüzden hukuksal düzenlemelerle şartların ve zihniyetin değişeceği, eşitliğin sağlanacağı düşüncesi ön plandadır. Aynı haklara ve imkanlara sahip olmanın sorunları ortadan kaldıracağı görüşü hakimdir. Orta sınıf kadınların öncülük ettiği bu sürecin temel karakteri sömürü sistemini hedefleme yerine devletin yeni dizaynı ulus-devlet mekanizmaları içinde, kamusal alanda fırsat eşitliğini yakalama ve erkeklerle eşitlenmedir.

Devlet sistemi yerine erkeği sorun görme ve hedefleme bu dönemden başlayan temel çizgi olarak feminist teori ve harekete yön verir. Liberal-aydınlanmacı feminizm aydınlanmacı fikirler içinde düzeltme yapma, yasal düzenlemelerle kadın haklarını güvenceye almayı amaçlar. Liberal-aydınlanmacı feminizm eğilimine karşı erkekle eşitlenme yerine kadın kültürü, kadın eksenli dünya ve ilişkileri esas alan kültürel feminizm ise erkek karşıtlığını derinleştirir. Çizgi olarak 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişen radikal feminizmi besleyen bu ideolojik bakış kadın karşıtı ataerkil sistemi önemli oranda teşhir etse de kadın kimliğini cins temelli tanımlamayı derinleştirmiştir.

Kadın kimliğini cins temelli tanımlama ile toplumsal kimlik olarak tanımlama ve bu tanımlama çerçevesinde geliştirilen feminist kuram ve eyleme içten ve dıştan eleştiriler vardır. Başlangıçta kadının cins kimliği temelinde tanımlanması erkek egemen zulmün sistemsel karakter taşımasından ve kadını yok saymasından kaynaklıdır. Daha sonraki sınıf, ırk, ulus eksenli tanımlamalar da dar ve tek yönlü kaldığından kadın-erkek çelişkisini doğru tanımlama, kadının emek-beden sömürüsü ve özgürlük sorununu bütünlüklü ele alma konusunda zorlanma yaşanır. Yeni ideolojik sorgulama ve açılımlarla feminist ideolojide de bir derinlik ve kapsama ulaşma arayışı; kadın kimliği, sorunu ve çözümünü eşitlikçilik yanında özgürlükçü zemine kaydırır.

1789’lu yıllarda Olympe De Gouges’in Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirgesi ile kadının giyotine gitme “hakkı” varsa, konuşma kürsüsüne de çıkma hakkı olduğunu savunan düşünce ve taleplerin yön verdiği feminist kuram ve eylem oy hakkı eylemlerinde somutlaşır. Siyasette irade ve karar sahibi olarak uzaklaştırılan toplumsal yaşam alanlarına yeniden dönme adımlarının güçleneceği tespiti doğru ve yaşamsal bir tespittir. Bu yüzden en ağır saldırı ve katliamla karşılanır. Mary Wollstonecraft’ın Kadın Hakları Savunusu’nda eğitim, siyaset, çalışma hakları vb. temel hakları savunan düşünceleri de bu sürece yön verir. Birinci Dünya Savaşı ertesinde seçme-seçilme hakkının bazı ülkelerde kazanılması ile siyaset alanındaki mücadele yayılarak ve derinleşerek devam eder. “Eşit işe eşit ücret hakkı” aynı dönemde kabul edilerek çalışma koşullarının erkekle eşitlenmesi, düzeltilmesi gibi bazı sonuçlar elde edilse de dünyanın dört bir yanında derin kölelik, sömürü sürer. İlkokuldan üniversiteye eğitim hakkını kazanma birçok yerde aşamalı, yoğun mücadelelerle kazanılan bir hak olurken halen çeşitli yöntemlerle gasp edilen ve mücadelesi süren bir konudur.

Feminist kuram ve eyleme yön veren diğer eğilim ise 1940-50’li yıllarda Simon De Beauvoir’ın İkinci Cins Kitabı’nda “Kadın doğulmaz, olunur” tespiti ile inşa edilmiş cins kimliğini sorgulamanın önünü açan tahlilleri yön verir. Yine Kate Millet’in “Özel olan politiktir” tespiti, Ann Oakley’in toplumsal cinsiyet sorgulamaları 1970’lerde bu inşanın ideolojik, politik deşifrasyonunu derinleştirir. Kadın varlığı ve özgürlüğüne dayatılan inkâr ve imha siyasetinin tarihsel, güncel boyutları ortaya konulsa da çözüm yöntemlerine bireyci, liberal özgürlük eğilimi etki eder. Bu dönemde de kadını cins kimliği eksenli ele alma devam etse de kaba eşitlik arayışını aşan, kadına dayatılan kölelik kodlarını çözmeye çalışan yön egemendir. Ailede egemen olan iktidar-şiddet, erkek egemen zihniyeti meşrulaştıran cinsiyetçi toplum kalıpları kadını ötekileştiren ilişkiler olarak bu süreçlerin birer parçası olarak çözümlenir.

Farkındalık çalışmaları etrafında önemli bir bilinçlenme düzeyi ortaya çıkar ve hem eyleme hem örgütlenmeye dönüşür. 19. yüzyılın başı ve sonlarında da benzer eylem ve örgütlenmeler yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde gelişmiştir. 20. yüzyılın feminist kuram ve eyleminin karakteri de yerel ve evrenseli kucaklar. Özellikle yüzyılın ikinci yarısında kadın ve toplumsal gerçeği açığa çıkaran tarih araştırmaları, yazımı, arkeolojik bulgular vb. bu sürecin aydınlanmasına ve yorumlanmasına katkı sunar. Diğer yandan gelişen sosyalizm mücadeleleri, gerçekleşen Ekim Devrimi, İkinci Dünya Savaşı ardından dünyanın birçok yerinde gelişen ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri, ‘68 Devrimci Gençlik Hareketi yeni sorgulama ve arayışların önünü açar. Diğer hareketler gibi feminist hareket de hem kapitalizmi hem reel sosyalizmi sorgular, aşmanın yol ve yöntemine kafa yorar. Toplumsal kuram ve eylem içinde yerini netleştirmeye yönelir.

Cinsler arası çelişkinin toplumsal ilişkilere yön verdiği çözümlenir. Ataerkil sistem çözümlemesi belli boyutları ile gelişse de “erkeği düşman görme” eğilimi tam aşılamaz. Marxist ve sosyalist feminist teoride kadının sınıf kimliği öne çıkarıldığından çelişkinin çözümü de sınıfsal kurtuluşu öngören çerçeveye bağlanır. Her ne kadar sosyalist eğilimde Marxist mekanik yorum eleştirilerek sınıf kurtuluşu ile kadının kurtulacağı fikrine karşı çıkılarak kadın sorununa öncelik verilse de modernist sınıfsal bakış etkisini sürdürür. Kadın kurtuluşunu sınıf kurtuluşunun önüne alan ideolojik, politik bir çizgi belirlense de kurtuluşun çözüm ekseni sınıf çıkarlarına göre tanımlanır. Ev içi emeği ücretlendirme, bakım işlerini kamusal hizmete dönüştürme gibi kadına nefes alma ve hareket alanı açma arayışları olsa da genel bir çözüme dönüşemez. Reel sosyalizmde yaşanan tıkanıklık, gerileme ve dağılma da etkili olmanın önünü alarak marjinalizmin yolunu açar.

Kadın bedeni, cinselliği, doğurganlığı üzerinde etkili olan erkek egemenliğini sorgulayan kadının bedeni üzerinde söz-karar hakkını savunan radikal feminist eğilim liberal-aydınlanmacı, Marxist yorumlamalardaki boşlukları eleştirir. Tarihin sınıf savaşına değil cinsiyetler arası savaşa dayalı geliştiğini, kadının ilk sınıf olduğunu, üretim ve üremede belirleyici olması gerektiğini ortaya koyarak önemli sorgulamalara, hareketliliğe yol açar. Buna rağmen Abdullah Öcalan’ın feminist hareketin temel çıkmazlarından biri olarak tespit ettiği “erkeğin ezileni olma” çizgisini aştırarak erkek karşıtlığından sistem karşıtlığına evrilemez.

Feminist hareket içinde ekolojik, anarşist kuram ve eylemin ataerkil sistemi, devlet ve iktidarı sorgulayan, cins temelli dar bakışı aşan kadın-erkek eşitliği ve toplumsal özgürlüğü esas alan yoğunlaşmaları yeni ufuklar açar. Siyah kadınların egemen, beyaz kadın ırkçılığını, toplumun genelinden kopuk orta sınıf eğilimine eleştirileri etkili olur. Kadın sorununu toplumsal sorundan, kadın özgürlüğünü toplumsal özgürlük mücadelesinden koparan sorgulamaları Bell Hooks’un Feminizm Herkes İçindir Kitabı’nda, Angela Davis’in sosyalist sorgulamalarında ve mücadelelerinde ifadeye kavuşur.

Maria Mies, Silvia Federici gibi klasik Marxist teori ve sosyalist mücadelenin modernist, mekanik, kadınsız ideoloji, politika ve tarih anlayışı, sosyalist sistem kurgusu eleştirileri önemlidir. Batı feminizminin kapitalist sömürgeci politikalara ve sömürgelerde kadının yaşadığı kırıma yüzünü dönmesi gerektiğine dikkat çeken kuram ve eylemleri sorgulatıcıdır. Sömürgeciliği, emek-beden-toprak işgalini, kadın-toplum-doğa kırımını bağlantılandıran, çözümleyen, deşifre eden politika ve eylemin önünü açar. Sömürgecilik karşıtı feminist eğilimin gelişmesinde etkili olur. 2000’ler sonrası İslami eğilimin Batı merkezcilik, oryantalizm, modernist bakış açısına dönük eleştirileri bu sürecin devamı niteliğindedir. 20. yüzyılın son çeyreğinde etkili olan ve 21. yüzyıl feminizminin alt yapısını oluşturan önemli sorgulamalar gelişir. Yüzünü Batı’dan Doğu’ya, küresel hegemonyanın, kapitalist sömürgeciliğin etkili olduğu alanlara çevirmede etkili olur. Post-kolonyal eğilimin gelişiminde sömürge ülkelerden batıya göç eden ve akademik alanda yer edinen kadınlar rol oynarken hem gittikleri ülkede hem ülkelerinde ayrımcı, cinsiyetçi, sömürgeci politikaları gündeme taşırlar.

Reel sosyalizm ve klasik Marxizm sorgulamalarında işçi sınıfını öncü, özne olarak tanımlayan dar, mekanik yaklaşımı eleştiren ve aşmak isteyen eğilim feminist hareket içinde de kadını cins kimliği yerine toplumsal kimlik tanımıyla buluşturma arayışına yönelir. Kadını cins temelli tanımlamayı özcülük olarak değerlendirir ve feminizmin politik öznesi kadını ulus, sınıf, ırk, kültür, inanç vb. ögeleri de içeren toplumsal kimliği çerçevesinde ele alma zorunluluğu üzerinde durur. Kadın özgürlüğü ile toplumsal özgürlüğü iç içe geçiren bir mücadele ve sistem tarifi yapılır. Hegemonik sisteme karşı verilecek mücadele radikal demokrasi olarak tanımlanır, bu mücadelenin feminist öznesi toplumsal kimlik kapsamında yorumlanır.

Ernesto Laclau ile birlikte yazdığı Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal ve Demokratik Bir Politikaya Doğru Kitabı’nda Chantal Mouffe yeni feminist hareket üzerinde durur. Liberal-aydınlanmacı feminizmin sabit kadın tanımını ve bu tanımdan yola çıkan politik taleplerini eleştirir. Sosyalist feminizmin özel yaşam ve annelikle sınırlı kadın kimlik tanımı yaptığı eleştirisinde bulunur. Anti-kapitalist mücadelenin gerekliliği üzerinde duran Mouffe yapılan kadın kimlik tanımlamalarını “geleneksel özcü dişi kimlik” olarak tanımlar. Bu tanımı yapıbozumuna uğratarak tanımlanan politik özne etrafında daha kapsamlı bir mücadele geliştirilebileceği konusuna kafa yorar. Yorumlanan yeni özneleşme ve bakış açısı ile sosyal ilişkilerin çeşitliliğinin, bu çeşitlilik içinde kadının yerinin kavranabileceğini ve buna denk bir mücadelenin geliştirilebileceğini savunur.

“Hiçbir sosyal yapının birleşik-homojen olamayacağı” tespitinde bulunarak, “özgürlük ve eşitlik ilkeleri, tüm bu çeşitlilik arz eden sosyal ilişkilerin alanlarını kapsamalıdır” sonucuna ulaşır. Ulaşılan sonuç kadını cins kimliğinin ötesinde ele alan toplumsal kimliği ile tanımlamadır.

Benzer bir yaklaşım ve eleştiri daha önce Hannah Arendt tarafından geliştirilmiştir. Feminist hareket içinde yer almayan, siyaset bilimiyle ilgilenen Hannah Arendt politikayı özgürlük sanatı olarak yorumlamaktadır. Arendt feminist hareketin kadını cins kimliği sınırında tanımlayan kuram ve politikasını eleştiriye tabi tutarak dar bir yaklaşımın olduğunu ve bunun mücadeleyi başarıya götürmeyeceğini ortaya koyar. Bu yaklaşım aynı zamanda kadının özgürlük tanımını da daraltan ve belli sınırlarda tutan etkiye yol açar. Kadının çoğul kimliğine sahip çıkan bir mücadele perspektifinden yola çıkmasını ve toplumun genel sorunlarının çözümüne ilgili olmasını önemser. Kadının çoğul kimliğini oluşturan tarihsel, kültürel, ulusal, sınıfsal, inançsal, cinsel çoğulluğu kapsayan, kadın merkezli yaklaşımı aşan kuram ve eylemin önemine dikkat çeker. Bu eleştiriler bir yandan tepkiyle karşılanırken diğer yandan hareket içinde çelişki ve sorgulamalara yön vererek yeni açılımların kaynağına dönüşür. Mouffe’nin ele alışı bu yaklaşımın devamı niteliğindedir.

Feminist ideoloji, politika, örgütlenmeye çıkış yaptıracak bu kapsayıcı özne ve mücadele tanımı tam anlaşılıp pratikleştirilemez. Post-modern arayışlar içinde daha farklı eğilimlere evrilir. “Evrenselci”, “tek nedensellikçi” olduğu belirtilen feminist teori eleştirilerek farklılıklara yoğunlaşan arayışlar öne çıkar. Kadının ortak bir tarihe, sömürüye tabi tutulduğu, ortak bir mücadele ile özgür geleceği örebileceği fikrine karşı çıkan görüşü savunanlar etkili olur. Yereli, bölgeyi, bireyi önemsemek gerektiğini, genellemenin özgünlüklerin üstünü örttüğünü ve görünmez kıldığını ileri sürerler. Post-modernist eğilim bazı noktalarda karşıt gibi görünse de liberalizmin bireyciliği ve bireysel özgürlük anlayışının ağır etkisini taşır. Bu görüşün bir yanında toplumsal cinsiyet tanımlamasını reddederek kadın kimliğini görünmez kıldığını belirten kadın farklılığı, dişilliği, dişil dünyayı esas alan farklılıkçı Fransız feministleri yer alır. Diğer tarafta ise post-feminizm olarak gelişen, kadın kimlik tanımını reddeden ve genel hareket içinde etkili olan queer eğilim yer alır.

Günümüz feminist kuram ve eylemine damgasını vuran Queer teoriyi feminizme eklemlemeyi temel uğraş haline getiren post-feminizm ya da post-modern feminizm eğilimidir. Marx’ı, Freud’u, Foucault gibi modernizmi sorgulayan post-modernist, yapıbozumcu düşünürleri takip eden, sentezleyen bu eğilim 1990’lardan bugüne Batı feminizmine damgasını vurur. 21. yüzyıl feminizmine yön vermek iddiası taşır. Bu eğilimin öncülüğünü yapan Judith Butler cins kimliklerini sorunsallaştırır. Performatif ilke olarak tanımladığı tekrarlana tekrarlana alışılan, norm haline gelen kavram, değer ve olguları yapıbozumuna uğratarak dönüşüme tabi tutmayı, aşmayı amaçlar. Başta cins kimlikleri olmak üzere yürürlükte olan düzeni, kavramları vb. her şeyi bozma, aşma yöntemini esas alır.

Foucault’un iktidar çözümlemelerini derinleştiren, insanı tamamen teslim aldığı, hareketsiz kıldığını belirttiği noktaları eleştiren ve baskılanan bireyin aynı zamanda direniş odağı olduğu gerçeğini ortaya koyan Butler, devlet feminizmini de eleştirir. İktidara benzeştiğini ve direniş odağı olmaktan uzaklaştığını savunur. Bunun nedenlerini ataerkil sistem ve politikalarında, feminist hareketin devletçi-iktidarcı çizgiyi, modernist düşünce sınırlarını aşma sorunlarında aramak yerine cins kimliği ve cinsiyeti sorunun merkezine koyması feminist kuram ve eylemde yeni bir krizin başlangıcıdır diye açıklar. Feminist hareketin nasıl yeniden direniş odağı haline gelebileceğine kafa yormak yerine cinsiyet-toplumsal cinsiyet-cinsellik eksenli sorgulamaya yönelme biçimi ve yöntemini çizgisel bir sapmaya götürür.

1990’lı yıllar reel sosyalizmin hem ideolojik hem sistemsel olarak çözüldüğü, küreselleşmenin kimlikleri anlamsızlaştırarak, hiçleştirerek geliştiği ve kimliksizliğin liberalizmin etkili politikası olarak öne sürüldüğü yıllardır. Yerel kimlikler anlamsızlaştırılmakta globalizm dünya kimliği haline getirilmektedir. Sosyalizm kaybetmiş kapitalizm kazanmıştır! Bu yüzden tarihin ve ideolojilerin sonunun geldiği bombardımanı altında tek kazananın, geçerli ideolojinin liberalizm olduğu toplum ve bireye, zihniyet dünyalarına pompalanır. Bu süreç feminist hareket içinde de kimliksizliği cins kimliklerine dayatma biçiminde karşılık bulur. Queer teoriye dayandırılan bu eğilim cinsiyetsizliği savunarak kimlik sorununu aşacağını düşünür.

Kadın ve erkek tanımlarına karşı çıkan queer bakış bu tanımların biyolojik olmadığını, inşa edildiğini savunur. Nasıl toplumsal cinsiyetçilik kadın ve erkek kimliğini dönüşüme uğratmışsa, biyolojilerini de dönüşüme uğrattığı var sayılır. Performatif olarak üretildikleri ve performatif olarak tersinden dönüşüme uğratılarak cinsiyetsizlikle buluşacakları iddia edilir. Kadın kimliğini merkeze alan geleneksel feminist özne eleştirisi cins sınırından cinsel kimlik ve cinsellik sınırına çekilir ve cinsiyetsizlik tanımında yok sayılır. Doğanın kendini üretme ve varlığını, yaşamı süreklileştirme biçimi, dualitesi olan eril ve dişil öge insana indirgenir, kimlik eleştirisi adına yok sayılır, ortadan kaldırılır. Bilimsel, toplumsal, tarihsel gerçekliği dıştalayan bir ele alışla cinsiyetsizlik adına kadın kimliği ret ve inkâr edilerek cinsiyet olgusu toplumsal cinsiyetle aynılaştırılır. Sınırsız cinsiyet ve cinsiyette sınırsız dönüşüm ve tercih ataerkil sistemi, cinsiyetçi ideolojilerini, şiddet ve tecavüzünü aşmanın yolu olamayacağı gibi, bu hiyerarşik ilişkiler ağını, sistemini görünmez kılmaktadır.

Burada feminist hareket içinden çıkan ama feminizmi, feminist özneyi tanımsız bırakan temel bir risk üzerinde durmak gerekmektedir. Bu risk ve tehlikeyi feminist hareket içinde de “karşı devrim”, “ortak tarihi yok sayma”, “grup direnişini ortadan kaldırma” olarak değerlendiren ve eleştirenler vardır. Josephine Donovan Feminist Teori Kitabı’nda post-modernist teorilerin feminizme ölümcül darbe vurmak anlamına geldiğini vurgular ve “Butler kadın kategorisini ortadan kaldırmayı istediğini reddeder, ama hem onun hem de diğer postmodernist üçüncü dalga teorilerinin net etkisi; tarihsel, toplumsal ve ekonomik (kısacası, maddi) bir kimlik olarak kadın kimliğini inkâr etmektir. Böylece bu grup yararına siyasal eylem ihtimalini de ölümcül biçimde zedelemiş olurlar, yani feminizmi” tespitinde bulunur.

Sosyalist feministlerden Jane Clare Jones da Judith Butler’ın cinsiyeti ve bedenleri, kadın ve erkeği “bela” olarak tanımlaması ve bu beladan kurtulmayı cinsiyetsizlikte bulmasını eleştirmektedir. “Şeylerin gerçekliğinin dışlayıcı ikili zıtlık örgüsü içine kilitlenmesi gerektiğine” dair görüşünü patriarkal düşüncenin ürünü görmekte ve Butler’ın feminist olmadığını ifade ederek; “Patriyarkanın bir iktidar hiyerarşisi olarak analizini etkili şekilde yok etme”ye hizmet ettiği düşüncesini savunmaktadır. Jones; “Kadın, erkek-olmayan değildir. Tıpkı erkeğin kadın-olmayan olmadığı gibi. Kadınların, patriarkal zıtlıklar örgüsünün dışında kendi varoluşları vardır. Cinselliğin de öyle. Ve doğanın da. Ve maddiliğin de…” diyerek insan doğasını, kadın ve erkek doğalarını bilimsel, tarihsel, toplumsal gerçeklik ışığında ele almanın önemine ışık tutmaktadır.

Geldiğimiz noktada queer teoriyi benimsememek faşizmle özdeşleştirilmekte hem feminist hem kadın özgürlük hareketleri içinde kabul-ret ölçüsü olarak dayatılmaktadır. 1970’li yıllarda cinsel özgürlüğü savunan liberal çizgi günümüzde feminist harekete cinsel tercihi bir özgürlük ölçüsü olarak sunmaktadır. Bu çizgi 21. yüzyılda belirginleşen cinsler arası çelişkinin muğlaklaştırılmasına yol açmakta; bu çelişkinin çözümünü kadın devriminde gören demokratik modernite paradigmasının tarihi ve toplumsal temellerine yönelim anlamına gelmektedir. Cins tanımı ortadan kaldırılırsa cinsler arası çelişki de ortadan kaldırılmış olur. Bu eğilim insanı bir tür ve toplumsallığı doğanın insana bahşettiği bir cennet, özgürlük alanı olarak anlamanın ve yaşamanın önünü alan her tür liberal saldırıya açık hale getirmek anlamına gelir.

Dünyanın dört bir yanında cinsiyetçi yasal düzenlemeler, şiddet, tecavüz kadın kırımı-soykırımı biçiminde sistematik bir saldırıya dönüşmüşken özgürlük tercihinin yönü bu kırımı ortadan kaldırmaya dönük olmak zorundadır. Kadının varlık ve özgürlüğü hem modernite merkezlerinde hem sömürge ülkelerde ciddi bir tehditle karşı karşıyadır. Devletli sistem kendi krizini kadın ve toplum kırımını derinleştirerek; toplumsal, kültürel, ahlaki, estetik değerleri parçalayarak aşma peşindedir. Bu yüzden özgürlük tercihi ataerkil sisteme, ürettiği erkek egemen zihniyete, hiyerarşik ilişkilere, küresel emek sömürüsüne, kadın-toprak işgaline karşı olmakla özdeştir.

Cinsiyet ayrımcılığı yaşamın her alanında görünen ve görünmeyen şiddet biçiminde varlığını sürdürürken kadın eğitim, siyaset ve çalışma haklarından mahrum edilerek açıktan dört duvar arasına kapatılmak istenmektedir. Klasik ve yeni sömürgecilik politikalarının derinleştirildiği dünyanın öteki yarısında yaşam koşulları zorlaştırılarak eğitim ve kamusal alana katılım haklarını askıya alan faşist politikalar devrededir. Taciz ve tecavüz altında yaşamı zindana dönüştürülen kadının emeği ve bedenine el koymanın türlü yöntemleri uygulanmaktadır. Tecavüzcü sistem saldırıları, ataerkil sistemin sistematik kadın düşmanlığında ısrarını ortaya koymaktadır. Oy hakkı, eğitim, çalışma vb. konularda her zaman ve mekânda düz çizgisel bir ilerleme yoktur. Devletli sistem, kadın katliamlarının önünü açan ve her zamankinden daha çok meşrulaştıran bir kırım düzenini garantiye alan düzenlemelerle meşguldür. Kapitalist modernite merkezlerinde liberalizmin sahte özgürlük anlayışı ile bireyci yaşamın önünü sınırsız açan kadını metalaştırma sistemi ile sömürge ülkelerde feodal-dinci kapalılık biçiminde yürüyen kadını mülkleştiren sistem madalyonun iki yüzünü oluşturuyor. Bu yüzden kadın özgürlük sorunu ve çözümü her zamankinden daha fazla kendini dayatmakta ve radikal mücadeleleri zorunlu kılmakta, özgürlük tercihini toplumsal kurtuluş tercihine daha çok yakınlaştırmaktadır.

Feminist hareket içinde son on yıllarda gelişen açılım bu krizli durumu aşma eğilimine işaret etmekte, ancak dönemsel eylemlerle sınırlı kalmaktadır. Kadın ezilmişliği ve sömürüsünün kapitalist sömürü ile bağını kuran anti-kapitalist talepler ve eylem çizgisi öne çıkmaktadır. Milyonları harekete geçiren uluslararası feminist eylemlerde anti-kapitalist, anti-sömürgeci, anti-faşist eğilimin öne çıkması önemlidir. Emek-beden sömürüsüne karşı durma, kürtaj hakkını savunma, cinsel şiddet ve tecavüze, kadın katliamlarına karşı küresel eylem gücünün gelişmesi umut vericidir. Feminizmi sokaktan koparan, örgütsüz kılan, akademik alanlara hapseden, siyasetten uzaklaştıran devlet feminizmine karşı, çıkış yıllarındaki radikalizmi göze alan, örgütleyen ve pratikleştiren özeleştirel bir çıkışa ihtiyaç vardır.

Feminist ideoloji ve hareket demokratik modernitenin en radikal bileşenidir. Cinsler arası çelişkiyi toplumsal çelişkinin, sorunun kaynağı gören, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü açılımı kadın modernitesi olarak tanımlayan çözüm paradigmasında kadın sorununun çözümü en radikal mücadele konusudur. Bu radikalizmi hem de radikal demokrasi adına toptan ortadan kaldıran, eylemsizliği bir varoluş biçimi olarak tanımlayan ideolojik eğilimleri liberalizmden bağımsız ele alamayız. Radikal demokrasi mücadelesinin feminist öznesi; ideolojik, programatik, örgütsel, eylemsel, yaşamsal ve kişilik olarak sistem-karşıtlığını içselleştirendir. Bu öze uygun direnişi, örgütlenmeyi, mücadeleyi geliştirendir.

Toplum, doğa, kadın kırımını varlık gerekçesine dönüştüren kapitalizme, endüstriyalizme, ulus-devlet sistematiğine karşı toplumsal yaşamın bütün alanlarında örgütlenmek, savunma gücünü geliştirmek hayatidir. İdeolojik, kültürel, ekonomik, askeri, siyasi, ahlaki vb. her boyutta dayatılan şiddet ve saldırıları boşa çıkaracak bilinç, örgütlenme, politika ve eylem boşluğa izin vermeyen bütünlüklü bir mücadeleyi gerektirir. Son yılların anti-kapitalist, anti-faşist, liberalizmi ve liberal feminizmi sorgulayan manifesto çerçevesi, parti kurma arayışı, süreklileşen eylem ve mücadele hattını yakalama girişimlerin önemsenmesi ve toplumsal mücadele alanlarıyla buluşturulması gereken önemli konulardır. Kadının çoğul kimliğine sahip çıkma, feminist mücadeleyi bu kapsama taşıma kadın özgürlük çizgisinin güvencesidir.

Demokratik uygarlık tarihini, karanlıkta kalan kadın tarihini aydınlatmada feminist araştırmaların, düşünürlerin, siyasal öncülerin ve mücadelenin katkısı büyüktür. Bu mücadelenin radikal özünün demokratik modernite güçleri ile buluşmasının önünü almak için yarım yüzyıldır devlet ve iktidar çizgisine çekme siyaseti etkili bir politika olarak yürürlüktedir. Modernist düşünce sınırında tutma, küçük gruplara bölerek etkisizleştirme, sokaktan-toplumsal zeminden kopararak marjinalleştirme ideolojik, politik, örgütsel olarak denetimde tutma küresel hegemonik bir politika olarak devrededir. Feminist hareketin bu denetimi, özel savaş politikalarını boşa çıkarabilmesi devlet ve iktidarı aşan, sistem-karşıtı karakterini kişilik, yaşam, siyaset ve ideolojik bütünlüğünde temsil eden bir hattı tutturmasına bağlıdır. Gelişen arayışların saman alevi gibi sönmemesi ideolojik radikalizm, örgütsel süreklilik, programsal tutarlılığa; bu radikalizm-süreklilik-tutarlılığı kişilik, yaşam ve mücadele tercihine, duruşuna dönüştürmeye bağlıdır. Liberal, bireyci, maddiyatçı kişilik ve yaşam tarzı ile radikal bir örgütlenme ve eşitlikçi-özgürlükçü bir mücadele gelişemeyeceğini yaşanan pratik ispatlamaktadır.

Feminist hareketin ve farklı kadın özgürlük hareketlerinin önemli bir mücadele deneyimi vardır. Bu deneyimlerden öğrenme, ortak dersler çıkarma ve demokratik kadın ittifakını geliştirerek ortak mücadeleyi büyütme tarihsel bir ihtiyaç ve temel bir görev olarak dünya kadın hareketlerinin önünde durmaktadır. Dünya demokratik kadın konfederalizmi sistemsel olarak bu ihtiyacın çatısını oluştururken demokratik modernite paradigması kadın çağının parametrelerini belirlemektedir. Farklı kültürlerden, coğrafyalardan, inançlardan, uluslardan kadınların özgün ve özerk örgütlenmeleri ile kadın özgürlük paradigmasının yaşamsallaşmasında yer almaları demokratik kadın konfederalizminin zenginliğini ortaya çıkaracaktır. Kuramsal, örgütsel ve eylemsel önemli bir mücadele deneyimine sahip olan feminist hareketin dünya demokratik kadın konfederalizmine katkısı tartışılmazdır. Tarihsel birikimi ve kazanımlarını kadın devriminin ve toplumsal özgürlük paradigmasının yaşamsallaşmasına akıtarak kadın özgürlük mücadelesinde güçlü bir rol oynayabilir.